Çocukluğumdan beri arar dururum mutluluğu. Bazen kuyruğu kopuk bir uçurtmanın süzüldüğü mavi gökyüzünde. Bazen kolu kopuk bez bebeğimi ninnilerle uyuturken geçen zamanda.
Ama en hoşuma gideni de bayram öncesi tatlı telaşlarımızın içinde saklardık mutluluklarımızı. O çocukluk yıllarımı, her bayram öncesinde çok özlerim…
Annemin bize aldığı yeni giysilerin kokusunda. Bayram ziyaretlerimiz esnasında “harçlık” beklentilerimizde…
Ah ki ne ah!
Nasıl unuturum ki, o bayramları?
Hani o yıllarım, patlamış mısır gibi belleğimden sol yanıma sıçrayınca, ” yetimdir,” diye elime sıkıştırdıkları mendil arası kağıt beş liraları anımsadığımda kirpiklerimin uçları sızlar.
Nasıl unuturum ki, “Babam kokusu aldığım Yakup eniştemle, Muzaffer amcamın başımı okşadığı o yılları…
Ama ben mutluluğu hep yağmur sonrası arardım. Hani yedi rengin gözlerimize değdiği anlarda… Çocukluk işte…
Hikaye bu ya; güya gökkuşağının altından geçersek, cinsiyetimiz değişirmiş! Ben erkek olmayı çok istiyordum. Nedenini bilmiyorum. Meryem’in dışında çocukluğumda hiç kız arkadaşım olmamıştı benim.
Neden Meryem idi?
Belki de her ikimiz yalnızlığı tercih ettiğimiz içindi…
Meryem’in ailesi inek besler, süt ve peynir satarak geçimlerini sağlarlardı. Meryem’in üstü başı, saçları hep inek inek kokardı. Diğer çocukların yüzlerindeki buruşuk kese kağıdı gibi yüz ifadelerini gördüğümde koşardım Meryem’in yanına… Hele o çocukların parmaklarıyla mandalladıkları burun uçları karşısında Meryem’in başı yana eğilir de boynu öyle öksüz çocuklar gibi büküldüğünde içim kıyılırdı.
Tezek kokusu onu da yalnız bırakırdı. Bir ben aldırmazdım o kokuya…
Ben mi neden yalnızdım?
Galiba biraz yaramaz, biraz huysuz, biraz da hareketliydim.
Evet, çocukluğumuzda mutluluk arayışlarımızla kütüphanelere koşardık. Bazen bir masaldaki özgürlüğü bekleyen Gratel, bazen cadıdan kaçan Pamuk Prenses, bazen de rüyalarının gerçek olmasını isteyen bir Kül kedisi rolünde mutluluğu arardık. Okuduğumuz masallarla hayaller büyütürük çocuk yüreklerimizde…
Gençliğimizde sevgiyi arayarak ulaşmak isterdik. Birkaç hayalkırıklığı yüreğimizdeki güven duygumuzu çapaladıysa; yine de mutluluğun aşkla gönlümüze dolacağını sanırdım.
Her sevda kırıklıklarında sol yanımıza hüzünler konuk olunca, ayrılıklar gönül kapımızı çalınca yine de aşka doludizgin koşmaktan vazgeçmezdik. O yıllarda gönlümüzü Orhan Gencebay’ın “Gel arkadaş olalım, azalır belki acım,” gibi şarkılarında teselli ederken; İlhan İrem’in “Konuşamıyorum, Anlasana, Yazık Oldu Yarınlara,” duygu yüklü notalarında yalnızlıklarımızın koyaklarına çekilirdik.
Bazen de Özdemir Asaf’ın gizemli sevda dizelerinde, Ahmet Arif’in sevdaya acı baharat katık eden şiirlerinde,
Yani “Tahir olmak da ayıp degil Zühre olmak da
Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil
Bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
Yani yürekte…”
Dizelerinde ki “sevdanın şifresini” çözemediğimiz için mi, Nazım’ın Vera’sına benzer bakışlarda aramıştık mutluluğu..?
Sahi biz çok mu, Leyla ile Mecnun, gibi sevda masalları dinlemiştik?
Bu nedenle mi Ferhat gibi güçlü kuvvetli masal prenslerinin gönlümüze konuk olmasını hayal etmiştik?
Neyse…
Okul bitti, hayata atıldık ama mutluluk arayışımız hiç bitmedi ki bizim..!
Sahi nerelerdeydi, ayaklarımızı yerden kesecek olan, şu mutluluk?
Neden ona ulaştığımızı sandığımız anda hep hüzünler konuk oluyordu gönlümüzde?
Sorularımıza yanıt bulabilmemiz için Cahit Sıtkı’nın dediği gibi yolun yarısını aşmamız gerekiyordu.
Meğer biz utluluk enerji bataryamız ne zaman tükendiyse dolmasını beklemiştik..!
Tedavi ettiğiniz yaralı bir kuşun kanadındaymış…
Kuruyan bir kaktüsün ertesi gün bir yağmur damlasıyla yeşile dönmesindeymiş…
Başını okşayıp, avuçlarına şeker doldurduğunuz bir yetim/ öksüzün gülüşlerindeymiş…
Soğukta acıyıp eve aldığınız ıslak bir kedi yavrusunun soba arkasında mışıl mışıl uyuyuşundaymış…
Hastaneye anonsunu duyar duymaz koşup hayat verdiğiniz insanın gülüşündeymiş…
Kırdığımız bir kalbe şevkatle uzanıp ona dokunduğunuz anda saklıymış…
Ve ilklerdeymiş mutluluklarımız.
İlk dostluk…
İlk aşk…
İlk öpücük…
Ve tanrının bize ilk ödülü sunuşu andaki
Bebeğinizi kucağınıza aldığınız o ilk andaymış…
Ve daha birçok ilkler…
Meğerse biz farkında olmadan öyle çok biriktirmişiz ki mutluluklarımızı.
Yunan mitolojisinde mutluluğa dair çok anlamlı bir hikaye anlatılır. Efsaneye göre tanrılar, önemli bir karar almak için toplanır. Konu şudur:
İnsanlar, mutluluğun kıymetini, değerini anlamaları için mutluluğu saklayacak yer aramaktadırlar.
Tanrının biri der ki:
“Göllerin en uzağına saklayalım.”
Diğer bir tanrı;
” Denizin en dibine…”
Öbür tanrı;
” Ormanın en kuytu yerine…”
Sonunda sözü en bilge tanrı ele alır:
” Hiçbiri mutluluğu saklamak için uygun değildir. Mutluluk o kadar kolay bulunmamalı. İnsanlar biraz aramalı.”
Diğer tanrılar bilge tanrıya güvenirler:
“Peki, nereye saklayalım?”
Bilge tanrının yanıtı hazırdır:
” İnsanların içlerine saklayalım. Oraya bakmak akıllarına gelmez.”
…
Evet, mutluluk bir nefes kadar bize yakınken; onu hep gökyüzünde, yeryüzünde ve yaşamın cangıllarında arayıp durduk değil mi?
Aslında mutluluk, herkes gibi yaşarken “kendin” olabilmekmiş.
Aslında mutluluk, uzanmaya, aramaya, dokunmaya gerekli olmayan bir yerdeymiş.
Ben bunu annemi, eşimi kaybettiğimde anladım.
Ben bunu var olan değerlerimizi elden gidince anladım.
Ben bunu sevdiğim birini yaşarken kaybettiğimde anladım..!
Size mutluluğun kısa bir resmini kendimce çizeyim mi?
Sevdiğiniz bir insana siz;
“Kahveni nasıl istersin canım?”diye sorduğunuzda;
“Elinden isterim canım.”dediği andaki bakışlarında saklıdır.
Ne güzel bir mutluluk resmi değil mi?
Hadi sizde bir resim çizin ama geç kalmadan…
Ve
Hep mutlu olup daima sevgiyle kalın.
Emine Pişiren/ Altınoluk
21. Ağustos. 2018