Ay ışığı pencereden sızıp ortalığı hafiden aydınlatınca, yüreğindeki korkudan sıyrıldı. Avlunun direğinde asılı duran hurcu aldı. “Böyle çaresizce oturmak olmaz. Lanet olsun alçaklara.” diye söylenerek büyük odaya yöneldi. Dolapta, yüklük altında ve sandıkta bulduğu para ve birkaç altını hurcun bir gözüne koydu. Eline geçen giysilerden de alabildiğince üzerine tepti. Hızlı adımlarla kilere yürüdü. Lavaş ekmek ve biraz çeçil peynir alarak, hurcun diğer gözüne doldurdu. Ağırlığı çok değil diyerek omuzuna attı. Tekrar odaya dönerek birkaç ekmek daha aldı göze doldurdu. Kurban’ a kalın kazak, iki çift çorap, çarık ve başına papak[1] giydirdi. Hılliği[2] sırtına geçirip, uzun değneği de eline aldı.
Dış kapıya geldiğinde önce gökyüzüne baktı, yıldızlar yaşananlara şahitlik eder gibi köyün üzerinde parlıyordu. Sonra bir sağa bir sola göz attı. “Ortalıkta kimseler yok, yakıp yıktıktan sonra gitmiş alçaklar. Karşı mahalledeki namertlere ne demeli? ” dedi. Tekrar kulak kabartıp bir müddet etrafı dinledi. Birkaç köpek uluması ve ahırlardan boşaltılarak başıboş bırakılan körpe danaların sesinden başka ses duyulmuyordu.
Gözü yangın yerine ilişti. Mereklerin odunlarla kapatılan damı yanarak çökmüş, külleri yanan cesetlere örtü olmuştu. Ayakta kalan dört duvarı arasından ise hala duman tütüyordu.
Sanki yer gök yas içindeydi. Katliamın utancı nasılda yayılmış her yana diye düşündü. Gözü Ermeni mahallesine ilişti, kısa bir süre seyredip ağız dolusu o yana tükürdü. Ermenice sövdü, ardından da Türkçe sözlerle “Nan-ı körler” dedi.
Adımını eşikten attığında, arkasında o ana kadar sessiz duran Kurban avazı yettiğince bağırmaya başladı. Bağırdı… Bağırdı… Agop sırtındakileri yere koyup hemen geri döndü. Susturmaya çalışsa da başaramadı. Kucağına alarak dip odaya götürdü. Kapıyı kapattı. Kurban’ın çığlığı kulaklarını yırtıyor, acı içinde saçlarını yolarak yerde yuvarlanması yüreğini yakıyordu.
Zemini toprak odanın ortasındaki direğe, sırtını yaslayarak yere oturdu. Ağlayıp bağırmaktan yorgun düşen küçük ve narin bedeni acıya daha fazla dayanamamış kendinden geçmişti. Yerde baygın yatan Kurban’ı kollarının arasına alarak bağrına bastı.
Bir müddet sonra göğsünden kayıp dizlerinde yatan küçük ağasının kara saçlarını okşarken doğduğu günü hatırladı. On iki yıl öncesinin payız[3] akşamıydı, harman yerinde gündüzden yarım kalan işleri toparlamaya çalışıyordu. Nefes nefese koşarak gelen komşu kadın; “Agop, çabuk Ermeni mahallesine git, ebe kadın Sato’ yu al gel. Nergis gelinin sancısı başladı.” dediğinde işi bırakıp, değneğini eline alarak var gücüyle yokuş aşağı koşmuştu.
Nergis Gelinin saatler süren sancısına, Fehmi Ağa avluda bir aşağı bir yukarı gezinerek eşlik ediyordu. Çığlık sesiyle irkiliyor, ses kesilince merakla odanın kapısına bakıyordu. Kurban bayramının birinci günü yatsı namazından sonra Nergis gelinin kulakları yırtan avazıyla dünyaya gelmişti. “Ağam bir oğlun oldu” diye müjdeyi veren ebe kadın Sato’ ya bir inek bağışlamıştı. “Kurban bayramında doğan oğlumun adını Kurban koydum. Ömrü uzun, rızkı bol olsun.” diyerek kulağına adını ve ezanı kendisi okumuştu. Fehmi Ağa o gün çifte bayram etmişti. Sabah namazdan sonra kesip dağıttığı kurbandan bir tane de ertesi gün kesmiş fakir fukaraya pay etmişti. İç geçirerek aldığı derin nefesi bırakırken “Ne güzel bir gündü.” “Mert ve yiğit insandın nasıl kıydılar ağam sana? Seni tanısalardı bunu yapmaya elleri varır mıydı hiç? ” dedi kısık sesle.
Kurban, Agop’ un dizlerinden sıyrılarak, ana bağrına yaslanır gibi toprağa yüzü koyun uzanarak inledi inledi. O ise bir an olsun gözünü ondan ayırmadı. Eskiden yaşadıkları güzel günleri düşünerek şafak sökene kadar yaş dolu gözlerle Kurban’ı seyretti. “Emeklemeyi iyice öğrenmiştin, Bir gün Nergis bacım inek sağmaya ağıla gitmişti. Sende yerdeki beşikte uyuyordun. İşe dalmış seni unutmuştum. Anan ‘Agop kardeş Kurban uyuyor değil mi?’ diye bana seslendiğinde hemen odaya koştum. Sen beşikte yoktun. Deli gibi sağa sola seğirttim. Odanın hiçbir yerinde seni bulamadım. Henüz yaşı dolmamış bebek nereye kaybolur? diyerek seni arıyordum. Gözüm aralı kapıya ilişti. Birde ne göreyim? Toprak üstünde emekleyerek gidiyorsun. Hemen koşup kucağıma aldım. Nergis bacımın yanına götürdüm seni, olanları anlattım. Ardından da bir güzel azar işittim.” Keşke o zamanlar olsaydı da toprağın üstünde böyle acıyla değil de, heyecanla yuvarlansaydın.
Güneş ufuktan yüzünü göstermeye başlayınca, nöker Agop oturduğu yerden kalktı. “Ağam kalk gidiyoruz.” diyerek Kurban’ı yerinden kaldırdı. Yanaklarına bulaşan toprağı elleriyle silerken yüzüne uzun uzun baktı. Kahroldu. Gözlerinden akan yaşlara engel olamadı. Hem ağladı hem ağasının üstünü başını temizledi.
“Gidelim ağam gidelim buralardan. Bu yapılanlar insan işi değil. Seni komşu köydeki akrabalarına emanet ettikten sonra bende çekip gideceğim. Vahşettir bu yapılanlar. Bundan sonra nasıl yaşarım bilmiyorum.” diyerek yola koyuldular.
Kül olan mereklerden tüten ince duman etrafa koku yaymaya devam ediyordu. Ne yapacağını nereye gideceğini bilemeyen Kurban ise boş gözlerle etrafı seyrederek Agop’ un arkasından yürüdü.
***
Tarlaların, çayırların üzeri beyaz örtüden sıyrılmaya başlamış, toprak çamur haline gelmişti. Eriyen kar köyün eteğinden akan çayın suyunu çoğaltmış, neredeyse adam boyu yüksekliğine getirmişti.
Omuzunda hurc, sırtında hıllik, elinde değneğiyle; “Ağam izlerime basarak gel.” diyerek önde yürüyordu. Kurban ise Agop’ un arkasından şuursuzca ilerliyordu. Çamura bulanan ayakları soğuktan hissini kaybetmişti. Elleri üşümüş dudakları da ayazdan morarmıştı. Papağını kulaklarına kadar indirmiş, sesini çıkarmadan takip ediyordu.
Agop dönüp, kederli gözlerle ardında kalan viraneye baktı. Acı tatlı nice zamanlar geçirdiği köyün üstünden hala duman tütüyordu. Üzüldü, iç çekti. Başını kaldırıp gökyüzüne bakınca; “Öğle olmak üzere, çabuk olmalıyız. Karanlık çökmeden karşı köye yetişmeliyiz yoksa katliamdan kurtulup kurtlara yem oluruz.” dedi. Hızlı adımlarla yürüyerek çayın taşlı, sığ kenarına gelmişlerdi.
Sırtından hılliğini çıkarıp dürdü. Önce Kurban’ ın ardından da kendisinin çarıklarını ve çoraplarını çıkardı, çarıkların çamurunu temizledi birbirine bağlayarak boynundan astı. Bir omuzuna gözleri dolu hurcunu diğer omuzuna da hılliği aldı. “Ağam sen burada beni bekle, sakın yerinden kımıldama. Bunları karşıya bırakıp döneceğim.” diyerek hızlı adımlarla buz gibi akan suya daldı. İçi titredi. İlerledikçe su göğsüne kadar yükseldi. Yalpalayarak karşıya geçti. Omuzundakileri kayanın üzerine bırakarak hemen geri döndü. Kurban’ı omuzuna alarak tekrar boz bulanık akan çaya daldı. Suyun akışına kapılıp düşmemek için dikkatli yürüyordu.
Çayın ortasına geldiğinde ayağı dipte taşa denk gelip kaydı, dengesini yitirerek suya yuvarlandılar. Kurban omuzundan düşmüş çırpınıyordu. Taşlara çarparak akan suyun içinde toparlanamıyordu. “Ağam tut elimden.” diyerek elini Kurban’ a uzattı. Kendine çekip tek koluyla sarıldı. Sürükleyerek kenara çıkardı. İkisi de yorulmuş ve soğuktan donmak üzereydiler. Kurbanın bir birine vuran dişleri morarmış dudaklarını titretiyordu.
Nöker Agop, soğuktan buyukmak[4] üzere olan ağasının üzerindeki ıslak elbiselerini tezce çıkarıp, hurcunun gözüne rastgele teptiği kıyafetlerden giydirdi. Kimisinin boyu uzundu. Kimisi de kadın yeleğiydi. Birde şalvar çıkardı onu da giydirip paçalarını yün çorap giydirdiği ayaklarının ucuna kadar getirip ipini sıktı. Hılliği Kurban’ a sararak taşın başına oturtturdu.
Hurcunun diğer gözüne koyduğu ekmeğin arasına çeçil peynir koyarak dürüm yaptı. “ Ağam bunu ye.” diyerek Kurban’a uzattı.
Üzerinden sular süzülürken o ağası için telaşlanıyordu. Ellerini ovuşturdu sonrada ağzına götürüp nefesiyle ısıtmaya çalıştı. Yamalı ceketi altındaki eskimiş mintanı zayıf bedenine yapışmıştı. Düşerken taşların yırttığı pantolonundan da dizleri görünüyordu.
Üşümüş elleriyle hurcunun gözünü karıştırdı. Elde örülmüş yün kazak ve siyah şalvarı buldu. Üzerini değiştirmeyi düşünürken, birden etrafına bakındı “ Ağam değeneyim, değeneyim yok. Ben onsuz yürüyemem.” diyerek telaşla oraya buraya koştu. Aklına çayın diğer tarafında bıraktığı geldi.” Ağam yerinden kımıldama ben değneğimi alıp döneceğim.” diyerek çaya doğru koştu. Düşünmeden, bulanık akan buz gibi suya atladı. Birkaç kez suyun akışından sendeleyerek karşıya ulaştı. Değneğini alıp geri döndü.
Titreyen zayıf bedenine hâkim olmakta zorlanıyordu. Eskimiş ıslak kıyafetler sanki üzerinden çıkmamak için direniyordu. Küfrederek son bir hamleyle soyunup, kuru olanları giyindi. Kendisine de ekmek peynir çıkardı. Kuru giysiler içinde ısınmış, az da olsa karnı doymuştu.
[1] Bere
[2] Çobanların giydiği kepenek.
[3] Sonbahar
[4] Donmadan önceki hal.