Sabaha doğru. Esmer kadın derin uykuda. Onun şimdi hangi renkli düşlerin tılsımlı bahçelerinde gezindiğini ya da yaşam bunalımlarının kıskacında bölündüğünü kimse bilemez. Erkek yeni uyandı. Kalktı. Uyku ağırlığını üzerinden atmak için lavaboya gitti. Ellerini ve yüzünü yıkadı. Odaya döndü. Dışarıda bol yıldızlı bir gece ve yaklaşan sabahın yarı aydınlık serinliği vardı. Pencereye yaklaştı. Sabahın ve doğanın gizemli sessizliğini dinledi bir süre.
İçinde bir eskimişlik duygusu vardı. İki şeyi aynı anda düşündü. Geçmişi mi daha uzundu geleceği mi? Hangisi daha hızlı belirsizleşiyordu? Kafası bu noktaya, gözleri de dışarıda dalga dalga açılan alacakaranlığa çivilenmişti. Giderek artan kaos ortamı neleri imkansızlaştırıyor, hangi hüzünleri yaklaştırıyordu? Bunu da bilecek kimse yoktu.
Derken sabah ezanı okunmaya başladı. Kadın uyandı. Hayret ve kaygı karışımı bir ifadeyle;
-“Ne o, ne yapıyorsun camın önünde, sabahın köründe?”
-“Hiç, sabahı gözlüyorum”, dedi öteki.
-“Ne varmış sabahta, gel uyu biraz daha.”
Kadın hüzünlü gözlerle izledi erkeği. İçinden konuştu hızlıca. Yine mi yalnızlığı seçiyordu bu adam? Oysa yalnızlığın yanlışlık olduğunu iyi bilenlerdendi. Şimdi seçilmiş bir yalnızlık değil, doğanın sessizliğini dinleyen bir adamdı karşısındaki.
Erkek kendisiyle öylesine doluydu ki, her yalnızlık esintisi yüreğine ulaşmadan geri dönüyordu. Birbirleriyle ve imgelemleriyle yoğunlaşıyorlardı. Yoğun yalnızlığı da yaşıyorlardı ama bir başlarına kaldıklarında değil, törenlerde, kamusal ilişkilerde, kalabalıklarda.
Çünkü en çok böylesi ortamlar, fikren, ruhen ve bedenen yaşanacak bütünleşmelerin düşmanıydı.
Gün hızlıca aydınlığa, erkeğin düşünceleri de bir sonuca ulaşıyordu. Yoğun tekilleşme yalnızlığı kovacak, bu da ancak kendisi olabilenlerin başarabileceği bir iş olacaktı.
Kadın erkeğin son günlerde hangi izleklerin peşinde olduğunu, zihninin labirentlerinde neleri dolaştırdığını biliyordu. Konuya nasıl, nereden gireceğini kestiremiyordu. Gözleri de uyku ile uyanıklık arasında açılıp kapanıyordu.
Sabahın nemli aydınlığı odaya dolmuş, dışarıda hışırtılı bir rüzgâr yaprakları sallıyordu. Erkek dönüp kadına baktı. Uyumuştu yeniden. Erkek yıllar önce böyle bir gecede yazdığı dizeleri anımsadı birden,
Bu gece dokundum içimdeki seslere
Yol vermek için unutulmuş güneşlere
Gözleri kadına sabitleşmiş, zihninde ise yeni bir dörtlük uçuşuyordu.
Uzanmış yatağa yarı çıplak
Yüzünde davetkâr sıcak
Bir güvercin gibi barışçıl
Gece düşleri kadar aylak
Erkek kadının yanına uzandı. Güneşin ilk ışıkları vurmuştu odaya. Kadının yağmur renkli saçlarını okşadı. Artık ne gelecek, ne geçmiş, ne de yaklaşan hüzünler ilgilendiriyordu onu. İçine bir “ tamlık” duygusu gelmiş, dışarıya ise yeryüzü saadeti oturmuştu. Yattıkları oda ise bu cennetin bir parçasıydı sanki. Ne zaman, ne de mekân, kadının öykü kokan elleriydi erkeğin şimdi avuçlarını ısıtan. Yüreğinde yaz kelebekleri uçuşuyordu. Gözleri beraberliğin dayanılmaz bütünlüğünü dillendiriyordu. Yaşamda hak edilmiş mutluluk başka neydi ki?
Uyandıklarında güneş göz kamaştırıcı ışınlarını zayıflatmış, yorgun bedenlerine dantelli tülün gölgesi yayılmıştı. Ufku ise şarap rengi bir kızıllık sarmıştı.