Geçmişin keşkeleriyle, geleceğin kaygıları arasında daralan ruhum sanki birden bire kendisine bir kapı araladı.
Aralanan kapıdan dışarı çıktığımda dünya ayaklarımın altına serilmişti. “Neden esefleniyorsun?” diyen beyaz elbiseli kadına “Keşke daha çok okula gitme şansım olsaydı. Gerek çevrenin etkisi, gerek ülkemizin siyasi durumu üniversite de okumama engel oldu. O dönemin insanlarını ve yöneticilerini affetmiyorum. Sonra her şey durulsa da benim sırtıma hayatın yükü yüklenmişti bir kere. Eğer üniversiteden mezun olsaydım bütün yaşamım farklı olacaktı. Bundandır hayıflanmalarım, keşkelerim.
” Ben içimi yakıp kavuran derdimi anlatırken omzuma dokunarak sözümü kesti. “Şu köşedeki dört masaya bak. Orada çalışanlar kim biliyor musun? Dikkatli bak onlar sensin. Yani senin devamın olan torunların… Hayallerinden daha güzel, daha mühim işler başarıyorlar. Her biri ülkemizin başarılı, ahlaklı örnek insanlarıdır. Eğer sen o zaman öyle olmasaydın, bu gün bu güzel dört insan olmazdı. Sen onları yapamadıklarınla güçlendirdin. Onlarda şimdi bu kadar faydalı oldular.
” Telefonun sesiyle gözlerimi açtım. Arayan büyük torunumdu. Onun sesinin tesiriyle içime tarifsiz mutluluk, yumuşacık bir huzur yayıldı. O konuştukça ruhumun en karanlık köşelerine güneş doğuyordu.
“Anneanne sınıf birincisi oldum.” Sözsüyle mutluluğum şahikaya çıktı. O benim gerçeğim, geleceğim, nurumdu. Anladım ki hayıflanmak kimi zaman hakikatten ötede durmakmış. Yapamadıklarımla hesaplaşma değil, şeffaf perdeler dalına saklanmakmış. Annem “Sen ağa men ağa, inekleri kim sağa.” der.
“Herkes kendisini değerli bilmeli. Yaptığı işin kıymetini ve nasip olunan hayatın bir gün elinden uçup gideceğini de.” Artık keşke yok. Ellerimden tutan dört kocaman dünya varken, mutluluk benim gönül hanemde coştukça coşmakta.