Ramazan-ı Şerif kapımızda. O’nun maddi ve manevi ikliminden faydalanmadan geçirene yazık!
Ramazan diril(t)me ayıdır. Ölüleri de diriltir, diri görünenleri de…
Bu ayın hakkıyla ifası için yapılması gereken ilk iş, derin bir tefekkür…
Zira Ramazan sanılanın aksine sadece oruç ayı değil…
Zekât ayı da değil… İftar, sahur sevinci de değil…
Bunların hepsi netice…
Esas maksat, bunlardan öte bir şey. Ramazan, yeniden Müslüman olma, hesap gününden evvel hesaplaşma, biriktirilenlerden arınma, yüklerden kurtulma, nefes alma, sıhhat bulma, insan olduğunu hatırlama…
İnsanı kibir, gurur, tamah, haz ve şehvet çepeçevre kuşatmış. Yani insan nefsi emmarenin esiri.
İşte Ramazan, insanı bu kuşatılmışlıktan kurtarma ayıdır. Ama her yıl Ramazan’da, birinci sınıfı bir türlü geçemeyen talebe gibi yerimizde sayıyoruz. Nefislerimiz hâlâ aynı emmarede…
Oysa biz, Allah’a kullukta yarış için varız. Hiç olmazsa her Ramazan’da bir derece yol kat edebiliriz. Ömrün nerede biteceği belli değil. Gelecek Ramazan gelecek de, biz ona erecek miyiz belli değil.
DOLDU TAŞTI
Ramazan; iyilik ambarını dolup taşırtan, kötülük ambarını ise boşalttıran bir ay.
11 ay biriktirdik. Ama ne biriktirme.
Sayısız günah…
Tayyib/helâl-habis/haram ayırmaksızın hesapsız kazanç…
Ölçüsüzce yiyip içme…
Kısacası seyyie/kötülük ambarları doldu taştı…
Günah galerisinde yok yok…
Helal-haram ayrılmaksızın yığılan para kasası ağzına kadar…
Vebal, haksızlık istemediğin kadar…
El, ayak, göz, kulak, kimisinde münasebet organı zinası gırla…
Mahremiyet ihlalinin haddi hesabı yok…
Maddi ve manevi tecavüz hesaplanamayacak kadar büyük…
Çözüm belli…
Ya yeniden iman edip, yegâne numûne-i imtisal olan Hz Muhammed Mustafa ve ashabı gibi yaşarız, ya da bizi ateş azabına çağıran şeytanîler gibi…
Özetle; ya Hakk’tan yana, ya da batıldan yana! Ya Müslüman gibi, ya da kâfir gibi…
Bizlerin yaptığı gibi… Arası yok.
Kimse kendini aldatmasın, ne gündelik hayatımız, ne de Ramazanlarımız, Müslümanlarınkine benziyor.
Çünkü nedenleri üzerinde durmuyoruz… Düşünmüyoruz… Neredeyse her Müslüman kadar din çıkacak karşımıza. Bu yol yol değil!
Hakk-hukuk meselesini çözmeden, günahları ciddiye alıp uzaklaşmadan kurtuluş yok.
İşte bu Ramazan’da, şer ambarını boşaltıp, hayr ambarını doldurabiliriz.
Şimdi size, bizi nasıl yoldan çıkardıklarını anlatan bir hikâye nakledelim. Ama bunu bir hikâye olarak okuyup geçmek yerine, bundan hikmet dolu bir ders çıkarmak gerek.
YAHUDİ VALİ VE YAHUDİ MAHKÛM
Zamanın birinde Müslüman görünümlü bir Yahudi, bir beldeye vali olarak tayin edilir. Vali gitmiş, bakmış o şehirde hiç kimse kötülük yapmıyor, günah işlemiyor. ‘Bunları nasıl bozarım’ diye düşünürken sormuş, ‘burada hiç kötü adam yok mu’ diye.
‘Efendim, bir Yahudi vardı, o da yıllardır hapiste, başka yok’ demişler.
Münafık vali, o mahkûmu çağırtıp, ‘Bu beldeyi ifsad etmek istiyorum, ama düşünüp taşındım bir yol bulamadım, senin bir fikrin var mı’ diye sormuş
‘Var‘ demiş kötü kişi ve şöyle devam etmiş: ‘Emredeceksiniz, herkes evindeki tüm buğdayını getirip valiliğin önündeki meydana dökecek.’
Denilen emredilmiş. Herkes buğdayını getirip boşaltmış. Dağ gibi buğday olmuş.
Kötü mahkûm: ‘Şimdi de emredin, herkes getirdiği kadarını geri götürsün.’
Denilen yapılmış, herkes getirdiği kadarını geri götürmüş.
Vali sormuş: ‘Ne oldu şimdi, ne var bunda?’
Yahudi mahkûm, ‘Herkes getirdiği miktar kadar götürse de elbette bire bir aynı miktarı götürmedi. Bu sayede herkesin hakkı birbirine geçti. Bundan sonra burada her türlü fitne-fesat baş gösterir artık’ diye cevap vermiş.
Kıssadan alınacak hisse apaçık ortada. Hak-hukuk birbirine karışmaya başladığında, o beldede huzur kalmaz. İşte o zaman ilk yapılması gereken şey, diplomalı cahillerin sayısını artırmak değil, ahlak ve faziletin yeniden tesisi, ‘hak’ kavramını toplum geneline yaymak.