Bazen hayatta hep başkaları için yaşarız. Bazen en değerli kişileri, bazen çok sevdiklerimizi, başkaları laf etmesin diye üzer, kırarız. Bir gün dünyadan habersiz küçücük, güzel mi güzel bir kız sırf sokakta güldü diye babasından dayak yer. Çoğumuz hayallerimizi, toplum yadırgar diye içimizde saklarız. Sevmiş de olsan aşktan ölsen de, toplum kurallarına uygun değilseniz vazgeçirilmek, acıyla yaşamak zorunda kalırsınız. En sevdiğiz elbise hep dolapta bekler, biri bir şey demesin diye. Ailen doktor olmanı istiyor diye, sen tüm hayallerinden vazgeçer mutsuz, işini sevmeyen bir doktor olursun. Neye yarar ki? Hep o koskoca güzel yüreğimizde saklı kalır bütün isteklerimiz. Mutluluğumuz, birilerinin koyduğu kurallarla yok oluverir.
*****
İnsana özgür irade neden verildi? Düşünsün ve doğru olanı bulup uygulasın diye… Size bir hikâye anlatacağım ve göreceksiniz ki asıl doğru olan başkaları tarafından beğenilmek, toplumlum içinde iyi gözükmek, kendi doğrularını umursamadan kurallara uymak değildir. Doğru olan hakkında kötü sözler söylense de, kimse seni sevmese de, dışlasalar da içinde “iyi niyetler” olmasıdır. Allah o iyi niyeti, baklalarını mutlu eden topluma fayda sağlayan yüreğini gördükten sonra hep sana yardım eder. Sultan Murad’ın, ayyaş ve kadın düşkünü birinin ölümden sonra hizmetini tek başına nasıl yaptığını düşünebiliyor musunuz?
Sultan Murad Han o gün bir ‘hoş’tur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
— Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
— Akşam garip bir rüya gördüm.
— Hayırdır inşallah…
— Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
— Nasıl yani?
— Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Anlaşılan o ki, Padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar:
— Kimdir bu?
— Aman hocam hiç bulaşma, derler.
— Ayyaşın sarhoşun biri işte!
— Nerden biliyorsunuz?
— Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz…
Bir başkası tafsilâta girer:
— Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Araplarçarsısı’nda çalışır. Nalının hasını yapar… Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine…
Hele yaşlının biri çok öfkelidir:
— İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?
Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada! Tam Vezir de toparlanıyordur ki, Padişah keser yolunu:
— Nereye?
— Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
— Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem… Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle vebamızdır. Defini tamamlamak gerek.
— İyi ya, saraydan bir kaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
— Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
— Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
— Mollalığa devam… Naaşı kaldırmalıyız en azından.
— Aman efendim, nasıl kaldırırız?
— Basbayağı kaldırırız işte.
— Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini…
— Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
— Şurada bir mahalle mescidi var ama…
— Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
— Ne bileyim, Ayasofya’dan, Süleymaniye’den, en azından Fatih Camii’nden…
— Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkânı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii’ni iyi dedin. Hadi yüklenelim…
Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa… Usulü erkânınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sakilere benzemez. Hem manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, Vezir’in de keza… Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha… Bir ara Vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
— Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba…
— Nasıl yani?
— Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?
— Doğru, öyle ya, neyse… Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.
Vezir, cüzüne, tesbihine döner. Padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
— Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.
Kadın eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar… Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından…
— Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir… Bizim efendi bir âlemdi, vesselâm. Akşamlara kadar nalın yapar… Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı.
Sonra getirip dökerdi helâya!
— Niye?
— Gençler içmesin diye…
— Hayret…
— Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek… O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara…
— Bak sen! Millet ne sanıyor hâlbuki…
— Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kâbe’yi görmeli…
— Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
— İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofular’a uzanırdı ya… Hatta bir gün; “Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada…”
— Doğru, öyle ya?
— Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
— Peki o ne dedi?
— Önce uzun uzun güldü, sonra; “Allah büyüktür hatun, Padişah’ın işi ne?”
Bir adım atarken sadece düşünün; bu kimin hayatı? Bu asilik değildir eminim. Sadece hayatı yaşamaktır. Diğer insanlarında size ön yargılı davranmaya hakkı yoktur. Eğer ben bir dilencinin yanına oturup onunla sohbet ettim diye arkadaşlarım beni yadırgıyorsa, ben onlardan şüphe ederim. Çünkü bu hayatta herkes insan ve diledikleri gibi yaşarlar, kimseye zarar vermedikleri sürece… Şunu da unutmayın anneannemin güzel bir sözü vardı, “Sen işine bak, kendi doğru bildiğinden vazgeçme, insanların ağzı torba değil ki büzesin.” Haklı…
Kendinize çok iyi bakın…
Ve bana yazın; kelebek.etkisi@duvargrup.com
Sevgilerle…
“Dağlar gibi dalgalarıyla boğuşacağınız bir okyanusta doğarsınız. Yönettiğiniz gemi, buz dağlarının arasından sarsılarak geçecektir. Gece doğar dünyanızda ve kararan gök üzerinize çöker. Güneş döner ve uslu ufkunuzun ucundan yine gün doğar. Kanayan semanın öteki ucundan geminiz gelir. Altınızda buz dağlarını,üstünüzde bulut vadilerini izlersiniz. Geminize bakarsınız: Soğuk bir kış mevsiminde, iki mavi bir beyaz arasında yapayalnız kalan Titanic tehlikededir. İnsanların yolculukları Titanic’lerin yolculuklarına benzer. Kaptanlar gemilerine rota tayin etmezlerse uğrayacaklarını sonuç aynı olacaktır.: Batmak. Dalgalar merhametsiz, derin sular acımasızdır.”-Muhammed BOZDAĞ-Düşün ve Başar…Evet herkes kendi gemisinin kaptanıdır. Bazılarımız gemilerini yönetmekte zorlanmaz, bazılarımız ise akıntıya kapılır gider. Bunların arasında çoğumuz ise nasıl bir güce sahip olduğumuzun farkında bile değildir; AKIL… İnsanlar gökyüzünden habersiz uçurtma uçurtmaya devam ederler,kendilerini kandırırlar.. Unutmayalım ki herkes bir kelebektir;kendi kozasını örer ve özgürlüğe doğru uçar..