“Hayatın sonunda toparlanmış olan zihinde şimdiye kadar düşünülmemiş düşünceler belirir, bunlar mesut ecinniler gibidir, geçmişin zirveleri üzerine pırıl pırıl kurulurlar.” Goethe
Bazı insanların geçmişinin üzerine yıldızlı bir gökyüzü gibi örtülür olağanüstü düşünceler. Yüce bir yerden aldıkları görevle, seçilmiş kişinin kalbinin en derin yerinden ‘yaratıcı öz’ünü’ çıkarmasına yardım ederler. Bazen acı, bazen sükûnet, bazen de sevgiyle… Ancak böyle bir olağanüstülük, her türlü kişisel yetenekten yoksun “vasat” olarak nitelendirilebilecek bir karakteri, çilelerle defalarca yere diz çöktürüp, inanç ve yeni yeteneklerle tekrar tekrar ayağa kaldırabilirdi.
Bahsettiğim kişi Marie Antoinette’den başkası değil…
Hani hepimizin “Ekmek bulamazlarsa pasta yesinler,” dediğini zannettiğimiz kraliçe.
Devrim kurbanı, Avusturya Macaristan İmparatorluğu prensesi olarak doğup, 14 yaşında Versailles Sarayı’na gelin giden, şatafatla başlayan hayatı, çileler ve iftiralar ile alaşağı edilerek, adalet arayanlar tarafından giyotine götürülen kadın… Maalesef ki bu söz ona ait değildir ve o da bizim sandığımız Marie Antoinette değildir.
38 yıllık yaşamı iki önemli döneme ayrılıyor.
Mutsuzluk, şatafat ve bilinçsizlik… Suskunluk, acılar, iftiralar ve ruhsal uyanış…
Kocası Kral 16. Louis’in yetersizliğinin bedelini bir gün başıyla ödeyeceğini bilseydi, belki de kendisini giyotine götüren hataları yapmayacaktı. Fakat vasat bir kraliçe olarak yaşayıp, kendini tanıyamadan geçip gidecekti bu hayattan. Kader, sonu felaket de olsa zayıf bir karakterden nasıl bir kahraman yaratıldığını göstermek istiyordu insanlığa. Uçarı yıllarında, mektuplarında “Ne zaman kendin olacaksın” diye endişesini dile getiren annesine, yıllar sonra şu cevabı verecekti: “İnsan felaketlere uğramadan kim olduğunu anlayamıyor.”
Stefan Zweig Marie Antoinette’yi anlattığı, bu makaleyi yazmama ilham olan şahane kitabında “Sükûnet, yaratıcı bir unsurdur. İnsanın içindeki güçleri toplar, temizler, düzenler, delifişek hareketliliğin dağıttığı ne varsa tekrar birleştirir.” diyor, onun dönüşümünü anlatırken.
Saraydaki tüm imkanlara rağmen piyano çalmayı bile öğrenememiş, okumak ve yazmaktan uzak, kıyafet ve ayakkabılardan başka ilgi alanı olmayan bu vasat kadın, yaşamının son yıllarında soğuk hücresinde vasatlığın ötesine geçerek, sadece okuyup düşünen, sevgiyle ruhunu besleyen, ailesine yaraşır bir şekilde ölüme hazırlanan, erken yaşlanmış bilge ve yetenekli bir kadına dönüşür.
Bir zamanlar düzgün cümle kuramayan kraliçe, Conciergerie Hapishanesinde sorgulanırken tarihe geçecek etkileyici savunmasıyla jüriyi ve halkı zor durumda bırakır. Başlar yere eğilirken vicdanlar sorgulanmaktadır aslında. “Bu onun zaferidir.” Fakat sonuç değişmez. Bir sonraki gün aynı sakinlik ve inançla, kendisine saygı ve sevgiyle bağlanmış hapishane görevlilerini arkasında bırakıp giyotine yürüyecektir
İdamdan önce son isteği, kardeşi olarak gördüğü, kocasının kız kardeşine bir mektup yazmak olur. Gardiyan tüy kalem, mürekkep ve kağıt getirir. Bu zamana kadar birkaç satırı zor karalayan M. Antoniette tarihe edebi yazıları gölgede bırakacak, pırıl pırıl bir zekanın ürünü mükemmel yazılmış, duygulu mektup bırakır.
Mektuba, kimsenin bilmediği sevgilisi, dostu, sırdaşı Lord Fersen’e onu hiç unutmadığına, hep sevdiğine dair özel bir not eklemek ister. Fakat sevgilisini tehlikeye atmamak için ismini kullanmaması gerektiğini bilir. Bu duyguyla gizli mesaj içeren, gelecekte yazarlara ilham olacak etkileyici satırları yazmaya başlar: “Benim dostlarım vardı. Onlardan ilelebet ayrılmış olduğumu bilmek ve onların acısının farkında olmak, ölürken yanımda götürdüğüm en büyük ıstıraplar arasındadır. Hiç değilse, son anıma kadar onları düşündüğümü bilsinler.”
Görüyoruz ki zamanın ötesine geçmek için var olmuştur bazı insanlar. Yazgıları onları tarihe mal etmek için hazırlar. Tarihe feda edilmiş, haksızlığa uğramış, acılarla büyümüş bu öncüler her devirde insanlığın yolunu bulabilmesi için ilham olarak beklemektedir geçmişin unutulmuş sayfalarında. Belki de hepimiz seçilmiş birer öncüyüz, fakat uyarıları görmezden gelip devamlı surette “Başarabileceğime inanmıyorum,” diyoruz… Oysa içimizde yaratıcı tohumlar yeşerip dışarı çıkmak için, bizim uyanmamızı bekliyor.
…Ve hepimiz kendi payımıza düşen ilhamı almalıyız Marie Antoniette’nin “Kader gibi büyüyen hayatından.”
Ön yargıdan arınmış, adalet ve sevgi duygusunun temel olduğu bir dünyada, kendi özümüzü görebilmemiz dileğiyle.
Bende olmayan bir özellikle çok güzel derlemiş, toparlamış ve okuyanın ilham kaynağına katkı sunacak şekilde de sonuçlandırmışsınız.
Evet; ne mutlu Marie Antoniette’nin Kader gibi büyüyen hayatından kendi payına düşen ilhamı alana… Sevgiyle efendim.