ÖYKÜ ÖZGÜR’ÜN ÖZGÜRLÜĞÜ
Yavaşça kapanan sokak kapısının sesiyle silkinip, duvardaki saate baktı. Dalgınlığına gelmiş evin karşısındaki okulun ders bitiş zilini duymamıştı. Ispanakları ayıklamayı bıraktı… Ellerini yıkarken seslendi.
– Özgür!
Anahtarıyla açıp kedi gibi girmek de neyin nesiydi… İnce bir zincirin ucundaki anahtarı, boynunda kolye gibi taşımak hoşuna gidiyor, dışarıdan geldiklerinde becerebileceğini göstermek için hep o açıyordu. Ama okuldan gelince zili çalar, kapı açılır açılmaz, ışıl ışıl gözleriyle küçük bir adam sarılırdı boynuna.
– Hoş geldin canım!
Bir kez daha seslendi mutfaktan; boşuna olduğunu bilemeden!
Titizlendiğini bilir, eve gelir gelmez önce ellerini yıkar, sonra üstünü değiştirirdi. Sessizce girip, görünmeden banyoya değil doğru yatak odasına gidişi, ters giden bir şeylerin işaretiydi sanki. Ardından gitti.
Yatağın kenarına uzanıvermiş yüz üstü yatıyordu, okul giysileriyle. Girdiğini duymazdan gelip kımıldamadı; soru sormasını engellemek, konuşmamak için… Kırgın, küskün, üzgün olduğu zamanlardaki gibiydi…
– Süt ister misin? dedi; anaç sesiyle… “Yatar yatmaz uyuyamazsın, uyumadığını biliyorum.” dercesine… Okuldan acıkmış gelir, süt ile bir dilim tereyağlı ekmek yemeyi severdi; akşam yemeği zamanına dek.
Duvara doğru yanaşıp, başını yastığa iyice gömdü. Bu durumda konuşamazdı. Konuşmayacaktı…
Duvarlara söylediğine aldırmadan, yüzünü göstermemesinden ağladığını anlayıp içi yanarken:
– Neyin var, hasta mısın? dedi; suskunluğunu umursamadan.
Yanıt alamayacağını anlayınca üstelemedi…
Her zaman kapının yanındaki masanın üzerine koyduğu çantası yerinde değildi. Bakındı… Masanın altına doğru fırlatıvermişti.
“Çocuklar unutkan olur, hele de ilkokul birinci sınıftakiler.” diyordu öğretmeni.
Fırlatılıp atılan çantayı aldı, açtı. Günlük defterini çıkardı, ev ödevlerinin de yazılı olduğu en son sayfaya baktı!
Görüşmek istiyor, yarın okula çağırıyordu. Oysa geçen hafta görüşmüşlerdi.
Hiç bir şey söylemeden, yavaşça çıktı odadan…
İki ay olmuştu okula başlayalı, ama bir türlü uyum sağlayamıyor, bağ kuramıyordu sınıf arkadaşlarıyla. Öğretmeni bir soru sorarsa derse katılıyor, sormazsa sessizce oturuyordu. Sınıfındaki çocuklardan ve oyunlarından uzak duruyor, ders aralarında birlikte oynamak için de bahçeye çıkmıyordu. Paylaşmaya yanaşmıyordu, silgisini bile… Çocuklarla çocuk olamıyor; şakalarını anlayamıyor, ağlamaya başlayıveriyordu hemen. Böyle anlatıyordu öğretmeni…
Yalnızca okulda, sınıf arkadaşlarıyla da sınırlı değildi ki uyumsuzluğu. Toplumsal alanda yer almaktan da, onun bir parçası olmaktan da kaçıyor, insanlarla ilişki kuramıyor, sorun yaşıyordu. Ve en önemlisi de insanlardan korkuyordu… Apartmanın önünde komşu çocuklarla oynamak da istemiyor; parkta, bakkalda, manavda, pazarda kimseyle konuşmak da… Annesinin gölgesi gibi el ele dolaşıyorlardı; her yerde.
Sevgisini, ilgisini görmediği, birlikte yaşamadığı, kendisine örnek alacak babasını tanımadığı için erkeklerden çekiniyor, uzak duruyordu. O yüzden, kayıt yaptırırken erkek öğretmeni olmasın istemiş; okul müdüresi de anlayış göstermişti. Güleç yüzlü öğretmeni, çocuklara anne sevecenliğiyle yaklaşıyordu. Özgür’ün özel durumunu bildiğinden daha çok ilgileniyordu üstelik. O da ısınmıştı öğretmenine yavaştan yavaştan.
Ne olduğunu, neler duyabileceğini düşünürken, hüzünle, kavruldu yüreği… O günlere, o yıllara gidiverdi istemeden…
“Yaşamadım” saymaya çalıştığı, unutmaya çabaladığı, tek avuntusunun oğlu olduğu o acılı yılların, geçmişinin fısıltıları kulaklarındaydı… Tüm ağırlığıyla üzerindeydi yine…
Kimsenin yaşamak zorunda bırakılmaması gereken yerdeydi.
Bebeğini de böyle bir yerde dünyaya getirmiş, kendisine özgürlüğü duyumsattığı için, adını da Özgür koymuştu. Minicik doğan oğlunu, incitmekten korkarak kucağına aldığı ilk günden bu güne, anneliğinin mutluluğunu doyasıya yaşayamadığı için çok üzgündü. Öpmeye kıyamadığı biriciğini, burada büyüttüğü için suçluluk duyuyor, kahroluyordu… Elinde olsaydı! Ah keşke elinde olsaydı da, yavrusunu; sıcacık yuvalarında büyütebilseydi. “Benim” diyebileceği evlerinde yaşayabilselerdi!
Ailesi yurtdışında yaşadığı için, dışarıda çocuğuna bakabilecek bir yakını yoktu yazık ki! O nedenle birlikteydiler; bu koşullarda bile…
Anlatılamaz güçlüklerle doluydu demir parmaklıklar arkasındaki yaşam. Üstelik çocukların ne bedensel, ne de zihinsel gelişimine uygun bir yerdi. O yüzden yaşıtlarına göre gecikmeli olmuştu; yürümesi de konuşması da… Doyasıya gülmesi bile…
Yürümesi gecikince bir sorun olduğunu düşünmüştü önceleri. Oysa gecesi gündüzü yatakta, ya da kucağında geçmiş, emekleyememişti. Halısız, kilimsiz taş zeminde emekleyecek yer bulamamıştı ki! Emeklemeden yürüyen çocuklar yok muydu? Vardı elbet, ama o deneyememişti bile… Sonra da bir gün, ansızın ilk adımını atıp badi badi yürüdüğünde nasıl da şaşırmış, sevinmiş, koğuştakilerle birlikte alkışlamışlardı. “Ürkerse yürümez” diye korka korka, çekinik bir alkışla…
Sevinmişti sevinmesine yürüdüğü için ya, buruk bir sevinçti bu. “ Şimdiye dek çoktan konuşması gerekirdi.” diyordu; koğuştaki çocuğunu büyütmüş anneler. Duyduğu bu sözlere üzüldüğünü kimselere belli etmek istemez, koynunda uyuttuktan sonra, işitme engelli olduğunu düşünür, ağlardı geceleri “ neden konuşamıyor ”diye.
Oysa çevresindeki her şeyi merak etmeye başladığı, öğrenmek için çabaladığı dönemde ses çıkarmasına bile izin verilmemişti. Koğuştakiler çocuk sesinden hoşlanmıyor, bağırıveriyorlardı hemen. Susturulmaktan konuşmayı öğrenememişti ki yavrucağızım. Biraz biraz derdini anlatabilmesi, yürümesiyle aynı zamana rastlamış; üç yaşını bulmuştu. Sonra da işaretlerle anlaşmak zorunda bırakılmışlardı. Sessiz film oynar gibiydi konuşmaları. Sözcük dağarcığı da gelişememişti bu yüzden.
Sevgisiz bir ortamda, yaşlısı genciyle, bir şekilde suçlu ya da suçlanmış, mutsuz, acılı, her an patlamaya, kavga çıkarmaya hazır, öfkeli kadınlarla birlikte yaşıyorlardı. Hükümlü kadınlardı; kendisi gibi… Koğuşta konuşulan sözlerin çoğunun anlamını, kendisi bile bilemiyordu. Kaba saba, argo, küfür dolu, küçük bir çocuğun duymaması, öğrenmemesi gereken sözlerdi… Çocukların gereksindiği sevgi sözcükleri hiç değildi.
Üç yaşı dolunca, arkadaşı olsun, birlikte oyun oynasınlar istemiş, kreşi olan bir yere nakil için kaç kez dilekçe vermişti. Ama…
“Hâkim kararıyla, isterse çocuk yuvalarına ya da yetiştirme yurduna yerleştirilebilir.” denilmişti dilekçesinin birine; yanıt olarak… Düşünmemişti bile böyle bir şeyi. Babasızdı! Annesiyle birlikte olabilmesi için de, işlemediği bir suçun cezasını çektiğini, çektirdiğini biliyordu. Ama yavrusunu, annesinden de yoksun bırakamazdı… Şimdi özgür değillerdi, ama birlikteydiler… Sevgiyle sarılabiliyorlardı birbirlerine. Ayrılamazlardı…
Sevgisiz bir dünyadaydılar… Beş yıldır yaşadıkları kalabalık koğuşta yalnızdı yaşamları… Yaşamlarını da yataklarını da hatta yemeklerini bile paylaşmak zorundaydı ana oğul,
Ama bir gün… Yeni gelen sevimli bir kız; İnci, iki kişilik yaşamlarına, tüm sevecenliğiyle girivermişti. Üstelik yaş ayrımına bakmadan çabucak anlaşmış, can yoldaşı olmuşlardı birbirlerine… Renklenivermişti dünyaları…
Üniversitelerindeki rektörün görevine ve öğretmenliğine son verilmesine, tüm haklarının elinden alınmasına tepki olarak yapılan öğrenci boykotu yüzünden buradaydı. “Boykot suç değildir demokratik hakkımızdır.” diyen İnci. Ne suç işlediğini bilemeden, neler olduğunu anlayamadan içeri düşen bir üniversite öğrencisiydi.
Bungun olmadığı zamanlarını yakaladığında, Özgür’ün en iyi arkadaşıydı. Ona; dışarıdaki bilmediği yaşamı anlatıyordu. Hiç görmediği toprağı, çimeni, ağaçları, kuşları, çocuk parkını, kendi köpeği Karam’ı tanıtmaya çalışıyordu. Masallar anlatıp, resim yaptırıyordu… Birlikte gülüyor, şarkılar söylüyor, oyunlar oynuyorlardı. Sonu gelmez sorularına yanıtlar bulduğu İnci; annesinin dışında, sıkılmadan, yorulmadan kendisiyle ilgilenen, sevgi gösteren ablası olmuştu… Yok yok abla değil, arkadaşı olmuştu. Kısa süreliğine de olsa güzel bir çocukluk yaşamış, sıcacık dostluk bulmuştu. O, yüzü güzel, yüreği sevgi dolu, akıllı, inandıkları için savaş vermekten korkmayan yürekli genç kızın dostluğunu…
Ama bu dostluk kısa sürecek, yakında çıkacaktı İnci… Gideceğine alıştırmaya çalışmış, onu dışarıda bekleyeceğine, birlikte parkta oynayacaklarına, kırlarda uçurtma uçuracaklarına söz vermişti. Hem de Karam’la…
Bir sabah uyandığında İnci’sini bulamadı Özgür. Annesiyle aynı yaşlardaki arkadaşının yokluğuna inanması da onsuz günlere alışması da güç olmuştu… Arkadaşsız kalmıştı yine…
Kiminle oynayacaktı bundan böyle? Ondan başka çocuk da yoktu ki! Çocukları tanımamıştı bile! TV’de çocuk görünce heyecanlanıyor, bağırıyordu hemen… Yaşıtlarıyla birlikte olmak, oyuncaklarla oynamak düş gibiydi! Ranzanın alt katındaki yatakları oyun yeri, doğum günü armağanı pelüş ayıcık da tek oyuncağıydı. Pelüş olmayan oyuncak yasaktı çünkü… Ayıcıktan sıkıldığında da küçücük ayakkabısıyla arabacılık oynuyordu.
Sıkıcıydı yaşam ikisi için de. Dışarıda akıp giden zaman hapiste duruyor, birbirinin tekrarı, içi boşalmış günlere dönüşüyordu. Kendisiyle ilgili değil, çocuğu içindi tüm üzüntüsü.
“Kişilik gelişimi için; mutlu bir ailede, dayanışmayla, sevgi, anlayış, hoşgörü ortamında yetiştirilmelidir. Sevilmeli, sevmeli, arkadaşlık yapılmalı, güven içinde olmalıdır. Dört duvar arasında yetişen çocuklar, kim olduğunu, aile içinde rolünün ne olduğunu bilemiyor.” diyordu zaman zaman görüştükleri kurum psikoloğu.
Burada yaşarken, rolünü bilebilmesine olanak var mıydı?
Kendi onuru için her şeyi göze almış, bedelini hapishanede yaşayarak ödüyordu… Yaşama tutunabilmesinin tek nedeni oğluydu. Onun için güçlü bir anne olmalı, yaşamını kolaylaştırmalıydı.
Güçlüydü! Üstelik buradaki dayanılmaz koşulları değiştirmesine olanak olmadığını da biliyordu. Dört duvarı daha yaşanılır kılmanın yollarını öğrenmişti; uçup giden bunca zamandır. Bir yılları kalmıştı şunun şurasında. Kolay geçmeyecek kocaman yıl olsa da… Geçecekti… Oyun oynayacak yerleri yoktu, ama resim yapabilir, şarkı söyleyebilirlerdi. Öyle de yapıyorlardı.
Kimsenin duymayacağı kadar sessiz, şarkılar söylüyorlardı yataklarında.
Mini mini bir kuş donmuştu,
Pencereme konmuştu.
Aldım onu içeriye,
Cik cik cik cik ötsün diye,
Pır pır ederken canlandı
Ellerim bak boş kaldı.
Şarkıyı söylerken; elinde donmuş bir kuş varmış gibi, nefesiyle ısıtıyor ısıtıyor, sonra da canlanan kuşu gökyüzüne bırakıyordu… Uçan kuşla birlikte kendisi de özgürlüğe doğru uçuveriyordu.
Kuşun adını “İnci” koymuşlardı. İnci’nin özgürlüğüne seviniyorlardı. Yataklarında bıkmadan söyledikleri arasında en sevdiği şarkıydı “ Mini Mini Bir Kuş ”.
-Anne!
Özgür’ün seslenmesiyle, geçmişteki yolculuğu bitmişti.
Evinde, altı yıldır özlemiyle yaşadığı yuvasındaydı. Oğluyla kurduğu bu yuvada, bugünü yaşamalı, güzel günlerin geleceğine olan umudunu korumaydı…
Yavrusu iyi olacaktı. Sorunlarını çözebilmek için gereken ne varsa yılgınlığa düşmeden göğüs gerecekti. Gittikleri çocuk psikiyatristi; “Dışarıyı tanıyabilmesi, doğal bir yaşama alışabilmesi için zamana gereksinimi var. Her şey düzelecek, merak etmeyin.” demişti.
Ama… Ya kendisiyle ilgili gizler…
Biraz daha büyüdüğünde babasıyla ilgili gerçeği nasıl anlatabilecekti. Anlatabilir miydi?
Babasının birçok kez, her çeşit şiddet uyguladığını anlatabilir miydi? Annesini fuhuşa zorladığını… Sonunda, yine bir şiddet anında; kendisini korumak uğruna gözünü karartıp babasının kendi silahına sarıldığını… Ancak öldüremediğini anlatabilecek miydi?
Pişmanlığı mı?
Elinden alınan yitik yıllar için bile değildi… Özgür’dü tek düşüncesi!
Oğlunun babasız büyümesine yanıyordu yalnızca…
-Özgür! Geliyorum yavrum!..
Fazilet ÖZKAN POR
18/ 12/ 2021