Baphomet’e tapan insanlık düşmanı güçlerin, insanlık üzerinde planladıkları komplolardan biriyle mücadele ederken, öylesine güçlü bir PR/halkla ilişkiler çalışmasıyla karşı karşıya kalıyorsunuz ki; kıt imkânlar ve adeta aldatılmaya susamış insanların davranışları, neredeyse bütün azminizi yok edecek bir tehdit içerebiliyor.
Toplumu, fıtratı tahrip edilmemiş tabiî ürünlere yönlendirirken, birileri çıkıp hemencecik karşı atağa geçiyor. Birde bakmışsınız aynı değerlere inanmasanız bile, ortak düşmanla mücadele ederken aynı safta yer aldığınız bazı kimseler hemen saf değiştirivermiş.
Mesela GDO karşıtlığı konusunda büyük oranda ortak düşünceye sahip olduğumuz sosyalist çevrelerin, dinî hassasiyetlerimiz söz konusu olduğunda ve organik masalı devreye girdiğinde, önemli bir kısmının “hararet” yaptığını görüveriyorsunuz.
Solcu çevreye mensup biri, ortak bir gazeteci arkadaşımıza, “Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi’nin faaliyetlerini çok beğeniyorum ama birde ‘dinci’ olmasalar” demiş. Bir diğeri, bendenize gönderdiği e-postasında “Sizin taraftan birisinin böyle bir eleştiri yazısı kaleme alması ilginç. Hangi cemaate yakın olduğunuzu bilmiyorum ama Rahmani kesim Amerika’yı artık eleştirmiyor…” diyor. Bir diğeri ise “Yahu siz İslamcı değil misiniz? Bir İslamcının, Ak Parti iktidarına rağmen bu şekilde gerçekleri yazmasına anlam veremiyorum. Siz üretim hatası olmalısınız…” demiş.
Bir: Biz dinci değil, Müslüman’ız!
İki: Hiçbir dini ve lâdini cemaate mensup değiliz ve insan olan herkesi, insan oldukları ve insan kaldıkları müddetçe seviyoruz!
Üç: Biz güce karşı hakkı söylemeyenlerin ‘dilsiz şeytan’ olduğunu beyan eden bir dinin mensuplarıyız. Şayet bir eleştiri yapacaksak kişileri, kişiliklerini, inanç ve düşüncelerini hedef almadan eleştiririz. Muhatabımız hatada ısrar ediyorsa, eleştiri dozumuzu artırarak buna devam ederiz.
İngiliz düşünür Lord Acton’un “İktidar yozlaştırır. Mutlak iktidar mutlak yozlaştırır” sözünün sayısız kez test edildiğini herkes gayet iyi biliyor. Elbette iktidarda kimin olduğundan ziyade, iktidarın ne yaptığı önemlidir. Bu nedenle samimi bir Müslüman, iktidardakilerin kimliğine bakmaksızın icraatlarını değerlendirir ve doğrularını destekler, yanlışlarını da eleştirir. Müslüman camianın bir kısmının bu görevlerini yerine getirmiyor olması, elbette bir sorundur. Ama gerektiğinde bizim bu eleştirel davranışımız, bize artı değer yüklemez. Çünkü bu bizim imanî sorumluluğumuzdur. Yapmayanların sorumluluğu ise kendilerine aittir.
Bu nedenle biz, hem iktidar mensuplarının eleştirileri karşıtlık olarak algılamasını, hem de mevcut iktidar karşıtlarının bizim iktidarı eleştirmemizi yadırgamalarını anlamlandırmakta güçlük çekiyoruz. Bizim sorumluluklarımızı îfa etmemiz; alkışlanması, yadırganması ve karşıtlık hatta düşmanlık olarak telakki edilmes, bizim değil asıl onların sorunudur.
Ümit ederiz ki; bizim yaklaşımımıza dönük -hiç de rahatsız olmadığımız- eleştirilere yönelik, izahımız yeterli olmuştur.
* * *
Başlık konumuza gelirsek… Artık hangi kavram ortaya çıksa, çıkarcı çevreler elbirliği ile o kavramın içini, menfaatleri çerçevesince deforme etme konusunda ne yazık ki pek mahirler.
Bunlardan son günlerin en popüler olanı “organik ve doğal” kelimeleri. Pek tabiidir ki bu kelimeler, insan eliyle değişikliğe uğratılmamış, katıksız, hilesiz, saf, doğal, tabiata ait olan gibi anlamları olan “tabiî” kelimesinin karşılığı olarak kullanılıyor.
Oysa biz Müslümanlar, geçmişte organik, doğal, doğa ve natürel gibi uyduruk kelimeleri kullanmaz, buna karşın sadece tabiî ve tabiat kelimelerini tercih ederdik. Her şeyimizi değiştirdiğimiz gibi, kelime ve kavramlarımızı da bir bir kaybettik.
“Tabiat” dediğimizde, yaratılmış şeylerin tamamını kastederdik. Tabiat denilince, tabiî düzeni ve Allah’ın fıtri kanunlarını hatırlardık.
İki kişi konuşurken ‘doğa’ diyenin seküler, ‘tabiat’ diyenin Müslüman olduğu anlaşılabilirdi. Artık bizlerde kullandığımız kelimelerle, gittikçe onlara nasıl benziyoruz farkında mıyız?
Her şeyimizi teslim ettiğimiz gibi, kelimelerimizi de teslim etmiş durumdayız. Kelime kelamı, kelam ise Mushaf’ımızı hatırlattığı gerekçesiyle, yerine “sözcük” diye bir şey uydurulmuş, ama artık hepimiz bu uyduruk kelimeyi, lügatimizin bir parçası haline getirmişsiz.
Doğal, doğa, natürel ve organik kelimeleri de, ya Fransızcadan Türkçeye yakın zamanda transfer edilmiş, ya da tabiat ve tabiî kelimelerin yerine uydurulmuş uydurukçası…
* * *
Türkiye Sebzeciler Meyveciler ve Seyyar Pazarcılar Federasyonu Başkanı Mehmet Çakman, “çarşı, pazar ve marketlerde ‘organik’ diye satılan ürünlerin aslında organik olmadığını, hayvanların bile eskiden olduğu gibi meralarda otlanmadığını, suni yemlerle beslendiğini” belirtip “ ülkede organik gübre yok ki, organik tarım olsun” demiş…
Bu cümleler, ister tüketicinin “organik” diye satılan ürünlere yönelik tercihleri yüzünden meydana gelen pazar kaybı endişesiyle söylenmiş olsun, isterse de iyi niyetle söylenmiş olsun, federasyon başkanı son derece isabetli bir tespit yapmış…
Organik ürün masalına asla inanmamalıyız. Çünkü organik olduğu iddia edilen ürünler; sadece tüketicilerin, hibrit ve GDO’lu tohumlardan elde edilen, zehirli tarım kimyasalları deposuna çevrilmiş ürünlere artarak devam eden tepkisine karşın, yeni tüketim araçları geliştirmek için ortaya atılmış bir masaldan ibaret…
Ayrıca “organik maskesi” ile satılan ürünlerin, hibrit ve GDO’lu olmadığına dair hiçbir güvence olmadığı gibi, organik mevzuatı, tohum menşei konusunda hiçbir müeyyide içermez. Bu da, bu ürünlerin hibrit ve GDO’lu olmalarına mani olmadığı gibi, güvenli oldukları anlamına da gelmez. Sadece, gübrelerin ve ilaçların nev’i değişikliğini veya yaygın piyasa ürünlerine oranla, biraz daha az ilaç içerebileceği anlamına gelebilir…
Kendi kurdukları tüketim düzeninin işlemesi için, üreticilerin yolunmasından öte anlamı olmayan sertifika maskesine de, herkesin karnı tok olmalı.
Bir diğer sorun ise, -özellikle GDO’ya karşı olduğunu iddia ettikleri halde- meslekleri ve bir kısmının ticari çıkarı nedeniyle, genetik tohumun birinci versiyonu olan hibrit tohum taraftarı bazı solcu/sosyalist çevrelerin “organikçilik” yapmaları ve güya iyilik yaptığını zanneden veya projesizlikten gördüğü her şeyi yapmaya kalkan ve de iyi niyetli ama bilgisizlikleri yüzünden bazı belediyelerin bu alana yönelmeleri; yepyeni bir kavram kargaşası yol açması ve bu münasebetle bizim de enerjimizi bölen, yeni bir mücadele alanı ortaya çıkarılmasıdır.
Emin olunuz ki; organik sertifikası ve akreditasyonu yapan küresel yapılar, GDO’cuların yan kuruluşları…
Onu yemezsen, bunu ye. Sen bilinçlen ve kaç ama merak etme ben seni yine avlarım. Üstelik kanunlar çıkarttırıp, gözünü de boyarım…
İyi de ne yapalım?
‘Genetik değişikliğin birinci versiyonu hibritleri yeme, GDO’lara sakın yaklaşma, organikte eğer masalsa, aç mı kalalım?’ dediğinizi duyar gibiyim. Bağışlayınız! Çünkü yazım yine uzadı. İnşallah müteakip yazımda da, ‘ne yemeli ve nasıl tedarik etmeli?’ gibi sorulara cevaplar aramaya devam edeceğiz.