Bizim meslekte, öteden beri süre gelen bir tartışma yaşanır gider; “Önce insanlık mı, yoksa gazetecilik mi?” diye…
Kimileri, önce mesleğinin ön planda geldiğini dile getirerek, dünya yıkılsa mesleğini yapacağını, ardından insan olduğunu söylerken, kimisi de tersini.
Her zaman dünyaya insan olarak gelip, insan olarak yaşayıp, insan olarak öldüğümüz gözönüne alınırsa, mesleğimizin insanca yaşamanın sağlanabilmesi açısından ancak bir araç olduğunu düşünmüşümdür.
Bu nedenle de benim felsefem “Önce insanım, sonra gazeteciyim”dir.
Zaman zaman mesleğimizin gereği öylesine ilginç olaylara tanıklık yapıyoruz ki, son derece büyük çelişkiler yaşadığımız da ayrı bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor. Fakat, o anda ister istemez durum muhakemesi yapmak zorunda kalıyorsunuz ve görüyorsunuz ki, insanlığınız istem dışı önplana çıkıyor.
Geride bıraktığımız haftalar içerisinde ülkemizde son derece ilginç gelişmeler yaşandı.
Cumhurbaşkanı seçimi ve hükümetin kurulması olayları öncesini hatırlarsanız, ülke gündemine bir anda Emin Çölaşan’ın 22 yıl çalıştığı gazete olan Hürriyet’ten kovulduğu, hemen akabinde de aynı gazetenin müzmin muhalif yazarlarından Bekir Coşkun’a yönelik bir sahiplenme kampanyası damgasını vurdu.
Emin Çölaşan, bu ülkenin yetiştirdiği en cumhuriyetçi, laik ve demokrat gazeteci ve yazarlardan biri olarak tanınır. Bundan da hiç kimsenin şüphesinin olacağını düşünmüyorum.
Ayrıca, belediye başkanı olduğundan beri de müzmin bir Melih Gökçek karşıtı olduğunu da bilmeyen yoktur. Belki bugüne kadar Gökçek ile ilgili binlerce yazıyı kaleme almıştır.
Kimi görüşe göre, Hürriyet gazetesinin hükümetle daha yakın olup, Aydın Doğan’ın POAŞ’tan doğan milyonluk cezalarının affedilebilmesi için Emin Çölaşan harcanmıştır. Çünkü kendisi, hükümet aleyhine yazı yazmamayı kabul etmemiş ve muhalif kalmakta ısrarcı olmuştur.
Kimine göre ise (ki, gazetenin genel yayın yönetmeni de bunu öne sürüyor) fikri sabit bir şekilde, takıldığı konuları sürekli olarak ısıtıp ısıtıp gündeme getirmekte, hep aynı konuları ve aynı kişileri yazmakta, kişilere uygunsuz sıfatlar yakıştırmakta ve gazetenin de prestijini sarsmaktadır.
İlk görüşü ele aldığınızda Emin Çölaşan’ı çıkaran Hürriyet gazetesi, en an onun kadar hükümet muhalifi olan Yılmaz Özdil’i alarak, bir anlamda bu boşluğu doldururken, Özdil’in daha nüktedan yazıları, sıfat takmadan ve zeka ürünü bir konumda dile getirmesinin, aynı zamanda gazetenin prestijini kurtarma operasyonu olarak da değerlendirilebilinir.
Daha sonra, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Hürriyet gazetesi köşe yazarı Bekir Coşkun’un, “Gül benim cumhurbaşkanım değil…” başlıklı yazısına ithafen, “O zaman sen de bu ülkeden çekip git” benzeri bir sözü üzerine “yazarına sahip çıkma kampanyası” başlatıldı.
Oysa ki, Bekir Coşkun’un en iyi anlaştığı meslektaşları arasında yer alan Emin Çölaşan’ın ardından istifa etmesinden korkan Hürriyet yönetimi, böyle bir kampanya ile istedikleri köşe yazarlarına nasıl sahip çıktıklarını ortaya koyarken, bir yandan da Bekir Coşkun’un istifa etmesinin önüne geçmeyi başardı.
Malum, Bekir Coşkun, arkadaşı Emin Çölaşan’ın çıkarılmasının ardından, kendi durumunu okurlarına sorup, “kürekleri tek başına çekmeye devam edeyim mi?” diye sormuştu.
Aslında bu sorma şekli de garip gelmedi desem yalan olur ya… Çünkü, Hürriyet gazetesine geçerken okuruna sormayan Bekir Coşkun, neden istifa edip etmeyeceğini okuruna soruyordu ki? Kaldı ki, rahatsız olduğu bir ortamda, istemese de, sırf okuru istiyor diye acaba kalabilir mi?
Neticede, medyada son derece ilginç olaylar yaşanıyor.
Bazı şeyleri de bir şekilde dile getirdiğiniz zaman kötü olma durumu ile de karşılaşıyorsunuz.
Burada da Bekir Coşkun’un yazdıklarını, düşüncelerini tartışacak değilim, ama tavrının da pek şık olduğunu söylemenin zor olduğunu belirtmek durumundayım. Ne kadar maaş aldığını bilmiyorum ama herhalde birkaç on bin dolar civarında olduğunu sanıyorum. Eee, böyle bir maaş da kolay kolay bırakılıp da gidilir mi?
Eksantrik bir yazı yazılıp, sonra da “Okur benim tek başıma da olsa kürek çekmemi istiyor!..” denilerek, hem okurun gönlü alınmış olunur, hem de nasıl olsa gazete yönetimi bana sahip çıktı görüntüsü ile yola devam edilinir…
Öte yandan, bir gazeteci olarak sevdiğim ama ilkeleri konusunda fazla tutarlı olduğunu düşünmediğim Emin Çölaşan için, “Acaba, yazdığı yazılardan dolayı kaybettiği tazminat cezalarını gazetesi yerine kendisi ödeseydi, bu yazıları yine de yazabilir miydi?” diye bir sorunun aklıma geldiğini yine bu sütunlarda dile getirmiştim.
Bu bir anlamda gazeteci tecessüsüydü. Belki onlarca yılda kaybedilen mahkemelerden alınan milyarlarca liralık cezaları üst üste koyduğunuzda kim bilir belki de trilyona ulaşma durumu bile olabilirdi. Günün şartlarına göre böylesine büyük bir rakamı ödeyebilmek her babayiğidin harcı olamaz.
Sonuçta, “Ben senin arkandayım, istediğin gibi yazabilirsin. Herhangi bir maddi cezaya çarptırılma durumunda ben senin yerine öderim” garantisi veren bir patrona sırtını dayayan bir gazeteci neler yazmaz ki!.. Sanırım Çölaşan da bu duygularla yazdı.
Amma, bu paraları kendisi ödediğinde acaba bu kadar rahat kalem oynatabilir mi?
Hiç sanmıyorum. Benim düşüncem de bu.
Bırakın aldığı maaşı, mevcut serveti bile yetmez.
Bu nedenle de yazabileceğine aklım kesmiyor.
Ayrıca, olayın hukuki yanını da düşünürseniz, bu kadar büyük parasal cezalar ödendiğine göre, demek ki yazdıkları belgeye, bilgiye dayanmayan, biraz da iftirayı çağrıştıran yazılar olarak değerlendirilebilinir. Yoksa, aksi durumunda neden bu kadar yüksek para cezalarına çarptırılsın ki?
Ayrıca, Hürriyet’ten ayrılmasında en çok üzülenlerin başında da Melih Gökçek geldi!.. “Ankaralı çocuklar, dönerden, oyuncaklardan mahrum kaldı…” diye.
Bildiğim kadarı ile Melih Gökçek, Emin Çölaşan’a yönelik açtığı davalardan kazandığı paralarla, döner ekmek ziyafeti çekiyor, çocuklara oyuncaklar alıyordu. Emin Çölaşan, Hürriyet’ten çıkartılınca, bu paraları bir daha alamayacağını düşünerekten bu sözü etmiş.
Eğer, Çölaşan arkasında Hürriyet olmadan, aynı yazıları yazmaya herhangi bir gazetede ya da internet ortamında sürdürürse, bu kez de kendisine tutarlılığından dolayı da şapka çıkartmak bizim boynumuzun borcu olur tabii ki.
Neyse… Tüm bunlar önümüzdeki günlerde, aylarda daha somut bir şekilde ortaya çıkacak.
Benim asıl üzüldüğüm, madem ki köşelerimizden ifade özgürlüğü içerisinde düşüncelerimizi dile getiri-yoruz, bunlar da benim düşüncelerim olarak, bu sütunlarda yer aldı.
Aman Allah’ım!.. Bindiği arabanın düdüğünü çalmakla tanınan kindar bir köşe yazarı bizi sopa göstermekle suçlamış adeta.
Daha önce de defalarca belirttim. Bana sataşma olmayınca, bugüne kadar hiç bir meslektaşım hakkında yazı yazmadım, yazmayı da düşünmedim.
Fakat, bu kindar köşe yazarının yıllar yılı elinde pertavsızla didik didik tarayıp gazetemizdeki dizgi hatalarını mal bulmuş magribi gibi köşesine taşımasına uzun süre sessiz kaldım. Herşeyden önce kendi yazısındaki onlarca hatayı görmeyip de, bizim yazılarımızdaki dizgi hatalarını ballandıra ballandıra anlatmayı marifet saymasına karşın bu biçareyi muhatap almamaya büyük çaba harcadım. Değmezdi çünkü.
Ancak, Emin Çölaşan’ın Melih Gökçek’ten başka bir konu yokmuş gibi sürekli onu yazması örneğindeki gibi, her hafta köşesinden şahsıma saldırıda bulunmayı marifet sanan bu zavallıya sadece bir çift söz söyleyip, işi fazla uzatmamayı düşünüyorum;
“Allah sana bir parça hoşgörü ile insan sevgisi nasip etsin… Gerçekten buna çok ihtiyacın var.”
Haa bir de, sanki bir konu ile ilgili bir yazıyı sadece bu muhterem yazarmış gibi, bir başkasının yazmasını da garip karşılıyor. Çok ilginç.
Mantığa bakın siz. Benim görmediğim bir yerde bir yazı yazmış, ben de aynı konu ile ilgili yazınca, sitemde bulunmuş. Yazdığı yazıyı arayıp tarayıp bulunca, doğru söylediğini de gördüm. Amma şu var ki, sen yazdın diye ben yazmayacağım diye bir durum mu var acaba, benim bilmediğim?
İşin en acı tarafı da, kendi mesleğinizde, kendi meslektaşlarınıza sataşmamaya büyük özen gösterirken, gerçekten insanları çileden çıkaracak, yalan, iftira, karalama ve haksız suçlamalarla muhatap olduğunuzda, ne kadar dayanırsanız dayanın, bir yerde çatlayıp, cevap vermek zorunda kalıyorsunuz.
Bu saldırının da, bir zamanlar yararınız dokunduğu kişilerden gelmesi durumu daha da ilginç ve vahim duruma getiriyor. Daha çok şaşırıyorsunuz.
Ne diyelim, böylelerini Allah ıslah etsin.
Herkes kendi mecrasında aksın..
Akabiliyorsa tabii.