Kendimizle ilgilidir ilk kuşku; biz var mıyız, gerçek miyiz sahiden? Yoksa bir oyun muyuz, bir düş müyüz başka bir zihinde. Belki de düşünmüyoruz; Renatus Descartes dahi bilemedi işin hakikatini, çözemedi hakikatin duru hâlini. Hem bir oyundur sürüp gidiyor; kim bilir nedir, neyden oluşur nesnelerin gerçek hâlleri?
Kuşkuyla süpürüp kaldırıyoruz tüm bilgileri; ilk bilgiyi, ilk düşünceleri, temel düşünceleri. Varlık hakkında, kendimiz hakkında; ontolojik bir problemdir söz konusu olan. Söz konusu olan temel bilginin kabul edilemeyişidir.
Ön kabullerden oluşur tüm bilimler. Prensipler, ön kabuller üzerinde gelişirler. İman edilmesi gereken kuralar bütünü; formüller, teoremler, hipotezler, ispatlanmaya bu şekilde götürülür bilgiler. Kanıt talep edip durana kanıtlar, kuşkular talep edip durana kuşkular sunulur; isteyen istediğini bulur bu dünyada, doğanın döngüsü bu nedenle ilginçtir.
Evrensel yasalara akıl ermiyor bir türlü, bizi kuşatıp duran zaman dahi görecelidir; faydamıza yatkın olan her şey gerçek olup ortaya çıkıveriyor. Gerçekliklere sezgilerle vardığımızı varsayıyoruz; hisler kutsal addedilirler, onlar bizi bir yere sürükler, onlara göre hareket edip dururuz; bazen farkında, bazen de farkında olmadan.
Ön kabuller; içtimai, siyasi, dini ve bilimsel tasavvurlarımız için vazgeçilmez birer inanç ilkesi görevini görürler. Ön kabuller; insanların yaklaşım biçimlerinin temeli, doğmuş ve doğacak olan düşünceler için ana unsurlardır. Toplumu ön kabuller ile inşa ediyoruz; tüzükler, kanunlar, kararnameler, baştan aşağı tüm kolektif düzenlemeler. Ahlak, adetler, gelenek ve göreneklerin de temelinde ön kabuller yatar; eğer böyle olmasaydı, bütün toplumların ahlak ve gelenekleri aynı olurdu. Oysa her toplum kendine göre yaratır ahlakını, örfünü, âdetini; her toplum kendine göre oluşturur dinini, inancını; üstelik her toplumun siyasi ve kültürel ilişkileri farklıdır.
Baksanıza, diller bile değişiktir; her milliyetin dili farklı söz ve sözcüklerden oluşur. O hâlde kesin olarak diyebiliriz ki, her şey yaklaşımdır; bizi biz yapan, kimliğimizi oluşturan, bizi farklı kılan, bizim düşüncelerimizi biçimlendiren şey ön kabullerimiz, dolayısıyla inançlarımızdır.
Sonuç olarak tüm evreni gerçek kabul ederek başlıyorsak, bir ön kabulden hareket ediyoruz; gözümüzün gördüğü görüntülerin gerçek olduğu inancı dahi bir ön kabul değil mi? Buna benzer görmediğimiz ama var olduğunu düşündüğümüz Allah inancı da bir ön kabuldür ve bu ön kabul üzerinde şekillenir inançlının inancı. Önce ön kabul gelir, esas olan yaklaşımdır; kanıt sonra gelir, sonradan kanıtlar türetilir ya da elde edilir. Bilimin çalışma prensibi böyledir. Çünkü bu evrende hiçbir şey %100 kanıtlanmış değildir, evrenin var olduğu gerçeği dâhil. Bizler sezgiyle hareket ediyoruz, kabul etsek de kabul etmesek de bu böyledir. Sezgilerimize kulak asıp bir şeylere inanıyoruz ve sonra bu savımızı destekleyecek kanıtlar oluşturuyoruz. Oysa her savı destekleyebilecek kanıtlar olduğu gibi, karşı kanıtları ve eleştirileri de pekâlâ vardır.
Böylece, Tanrı’ya inanmak için hiçbir kanıta gerek yoktur; sanırım, Tanrı için kanıtların hiçbir anlamı olmasa gerek. Bu yaklaşıma düşünce tarihinde Fideizm (İnancılık) denilmiştir. İnanan inanır ve neden inandığını temellendirmek zorunda değildir. Tıpkı ön kabullerle bilimi esas alan ya da herhangi bir düşünceye kapılan birinin kendi düşüncelerini temellendiremediği gibi; ön kabuller olmadan hiç kimse hiçbir bilgiyi ortaya koyamaz da ondan. İnançlı bir insanın da ilk ön kabulü Tanrının varlık kabulü olduğu için, bütün bakış açısı bu temel ilke üzerinde şekillenmek zorundadır.