Gün/aydın dostlarım…
Yasamak sevmektir diyorsan… Yaşama sevincini yitirme…
Kollarını aç… ________________ Benim adım SABAH… Sevgiye başlangıcım ben..
“TOPRAK ALDIĞINDA GERİ VERMEZ, ÇÜNKÜ ÖLÜMÜN SAATİ YOK”
“Yeryüzünde bulunan her şey fânîdir…” (er-Rahmân, 26)
“Her can, ölümü tadacaktır…” (el-Enbiyâ, 35)
Her canlı önce doğar, eğer şartlar müsaitse belli bir süre yaşar, sonra da ölür. Yeryüzünde hayatın başladığı andan beri bu kural işlemektedir. Ne var ki, bunların bir kısmı diğerinden daha uzun yaşamaktadır. Bazı canlılar çok kısa bir süre yaşarken, bazıları yüzlerce hatta birkaç bin yıl yaşayabilmektedir. Yeryüzünün en değerli varlığı olan insan ise çok uzun süre yaşayan varlıklardan değildirler.
Ölüm veya yok olmak düşüncesi, tarih boyunca insanoğlunun en çok korktuğu, ürpererek karşıladığı düşüncelerden biri olagelmiştir. Bırakınız kendi hayatının, değer verdiği bir varlığın yok olması bile, insanda büyük üzüntülere neden olur. Konuyla ilgili eserlerde, insanda yok olma duygusunun, dayanılmayan, çok can sıkıcı bir duygu olduğu ifade edilir. Aslında sadece insan değil, denilebilir ki, hiçbir canlı yok olmak istemez; her canlı yok olmaktan korkar ve kendi çapında buna karşı direnir. Başkaları tarafından yakalanıp kesileceğini anlayan hayvanların ne kadar tepki gösterdiği, ne kadar direndiği, kaçmaya, kurtulmaya çalıştığı herkesçe malumdur. Benzer şeyleri daha başka varlıklar için de düşünmek mümkündür. Ölüm kelimesi, en soğuk kavramların başında gelir. Kişi, ömür merdivenin hangi basamağında olursa olsun, ölmez istemez, tüm gücüyle ölüme, yok olmaya karşı direnir…
Ama ‘ölümün saati ve zamanı yok’ demişler ve bakın ölümün önünden arkasından kimler kimler, ne kalemler ölüme neler yazmışlar___
“Ansızın… Ansızın geliveriyor ölüm… Ölümün yaşı yok? Ölümün saati yok. Ve bir saniye sonrası da yok.
Bütün amaçlar hayata dair bütün hayaller planlar bir anda hiç hükmüne indirgeniveriyor. Ölümü bir an olsun derinden hissedince etrafa donuk gözlerle bakıyorsun, etrafındaki uzunca kahkaha atışlar, kenarda ağlayışlar, para hesapları, geçim kaygısı, iş telaşı.
Havada asılı kalıyor. Zaman hiçmiş gibi keşkelerin hiçbir işe yaramadığı son nokta. Yer altındaki sayısız insanla bir anda eşit olma durumu… Bir nefes kadar yakın.”
“Kaçarı yok ölümün… Kaçarı yok son defa görmelerin, görünmelerin. Kainat bir ağaç gibi, biz insanlar da meyveleri, dal ve yaprakları gibiyiz. Nasıl yaprak düşüyorsa ağaçtan biz de düşüyoruz dünyadan, değil mi ki düşmüştük cennetten ve başlamıştı saatimiz tik tak çalışmaya… İşte son tik takla düşüyor insan toprağa. Kıyameti kopuyor insanın… Kimbilir kaç baharı geçecek dünyanın, toprağa düşmüş insan çoktan unutulacak belki unutulduğu da unutulacak ve bir gün dünyanın da saati duracak ve kıyameti olacak. Sonrası haşir. İnşallah haşrimiz ve hesabımız kolay olsun.İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle haşrolur.”
“Sebep sonuç ilişkisi içinde yaşarken ölüm aklımıza gelmez ta ki biri ihbar edene kadar. O zaman ölümü bekler bulur insanoğlu kendini. Kaçmanın yolunu arar ya da tedbir almanın. Hesaba çeker kendini ne yaptığını ne yapmadığını. Her zaman temize çıkartır kendini. Yoksa tutunamaz ki hayata. Bu kaygı ölümün kendisinden bile beterdir çünkü.
Ölüm hemen daima yabancıdır bize uzak akraba bile sayılmaz. Beklenmedik misafir olunca ölüm katlanılır olur da beklediğin bir konuk ise vahşet. Ölüm kalana sorundur şu keşmekeş dünya içinde ta ki ölüm saati ve zamanı bilene dek. Ölüm mahkumu bunu hisseder tüm hücrelerinde. Ölüm saati yaklaşmıştır ve hesap zamanıdır. Geçmiş ile hesap vardır da düzeltme ihtimali olan gelecek elinden alınmıştır. Düzeltme şansı yokturda ölüm saatine kadar ne yapacaktır ki?
Veda edecektir belki ya da hiç düşünmeden yiyip içecek ve anın keyfini çıkaracaktır.
Hesaba çekmek için bir fırsat yakalamıştır kendi eliyle yaşattığı ölümlerin nedenini. Ya da öldürmek kolay mıdır?
Bir temize çekme bile gerekmez ama ölüm yanaşınca hesap zamanıdır. Veda zamanı tüm eş dost akraba ve geçmişle. Bir öfkeyi kusma zamanı üzülme ve onun ölümü ile kaybolacak geleceği özlem ile anma zamanı. “
Hayattayken kıymetini çok iyi bildiklerimiz bile kayıp giderken bir gün ellerimizden, ansızın. Kıymet bilmezlikten daha beşer bir hata, daha büyük bir pişmanlık sebebi olamayacağını hatırlamak gerekir…
“Ölümün saati yok. Yanınızdaki kişiye değer verin; kırmayın onu. Durup, durup sevdiğinizi söyleyin, özel hissettirin. En ufak bir şeyde bitti demeyin, ağlatmayın, üzmeyin.
Neden mi?
Çünkü ölümün saati yok. Belki son görüşünüzdür, belki de son sarılmanızdır. Belki de saatler sonra ona değil de, artık toprağına dokunacaksınız, onu değil de toprağını öpeceksiniz. Belki ettiğiniz kavgalara bile pişman olacaksınız. Keşke yanımda olsa da sarılsam diyeceksiniz.
Sevdiklerinizin değerini kaybettikten sonra değil, şuan bilin. Toprak aldığında geri vermez. Çünkü ölümün saati yok.”
“Ölüm, her zaman hep en uzak ve en bilenmez en yakın olmuştur insanoğluna. Bu içselleştirmekte zorlandığımız bir gerçektir oysa. Bir yaşam parçası. Bir ölüm kalanlar içindir elbette çünkü ölü öldüğünü bilmekten uzaktır. Kalanlar ve ölüm öncesi bir sancı duyar insan. Ölüm bir bilinmez bizim için. Asla kestiremediğimiz bir olgu. Sonrası var mı yok mu bilmiyoruz. Burada devreye inançlar giriyor. Sonsuz yaşam arzusu iki şekilde tecelli ediyor bir kısım ölümsüz olmak için bilimsel araştırma yapıyor bir kısımda ikiye ayrırıp (ruh-beden) birini ölümsüz kılıyor ya da öyle var sayıyor. Ölüm saati ve yeri belli değil hemen hiç bir zaman. Bunu bilsek nasıl yaşardık veya yaşayabilir miydik ki? Bilmek bazen bir tedirginlik sebebi bilmek yaşamamak anlamına gelir çoğu zaman. Saatler bir balyoz olur ya da ışık hızı. Bizden kalanlarsa eşyalardır. Eşyalar, saatler, kalanlar” (…)
Onuda atarlar, dağıtırlar. Hele ki ardında bıraktığın hala egosunu yenememiş birileriyse… Tüm izlerini silerler, resimlerden dahi… Ama buradan göçümü toplayıp geçek oraya gitmeden önce sunu hatırlatırım: “Aşırı ego, bir insanın zayıflıklarını gizlemek için kullandığı bir kalkandır. Güçlü insanların yüksek egoları olmaz.”
Sonrada oturmuş bazıları şiir yazmış ölümün kokusuna
“Bir gün giderler de kalırsanız yalnız
Eski odalarda gece
Bir saat gibi durmuş sabahtan
Her şey onlar gidince.
Bir garip boşalışla cansız
Uzaklarda şimdi
Ayna önünde resimler
Eşyalar, ellerinin değdiği.
Yüklenen sessizlikte radyo
Şen şarkılar hepsi de üzüntülü
Duyduğunuz derinlerde bir ses
Gidenlerin götürdüğü.
Anladınız neymiş kattıkları
Perdeler çiçekler ışık hava su
Ancak onlar varken
Sizi yaşatıyordu.”
(Behçet NECATİGİL)
Sanatkârın Ölümü
Gitti gelmez bahar yeli;
Şarkılar yarıda kaldı.
Bütün bahçeler kilitli;
Anahtar Tanrıda kaldı.
Geldi çattı en son ölmek.
Ne bir yemiş, ne bir çiçek;
Yanıyor güneşte petek;
Bütün bal arıda kaldı.
(Cahit Sıtkı TARANCI)
Gün Doğumudur Yalnızlık…
Sabahları gözlerini açar,
Odanın penceresinden,
Dışarı bakarsın.
Bir telaş içinde geçer insanlar.
Mutlu ve güler yüzlü olarak.
Dışarıda koca bir yaşam vardır.
Sonra pencereni kapatıp,
Çekersin beyaz perdeleri,
Kilitlersin yüreğinin kapılarını,
Dünyaya hayata.
Kimse bilmez görmez.
Yalnızca hissedersin.
Dört duvar dışında,
Mahkûm edersin kendini yalnızlığa…
Yine bir sabah,
Açar gözlerini aynı pencereden,
Bir daha bakarsın dünyaya.
Birden güneşin sana doğduğunu fark edersin.
Düşünür biran,
Semaya bakarsın ıslak gözlerinle.
Kim bilir bu gün kaç mutlu kişi geçmiştir,
Pencerenin önünden.
Fakat hiç biri dönüp bakmamıştır,
Düş yorgunu kapılara…
Sonra bir sabah,
Aynı pencereden bir daha bakarsın,
Günün yüzüne.
Yine mutludur geçen insanlar.
Durur bir göz atarsın yola,
Kızar bir sigara yakarsın.
Derin bir nefes alır,
Yüreğin titreyerek haykırırsın,
Hayatın suskun yüzüne.
Nefret edersin her şeyden.
Doğan güneşten,
Geçen ve gelecek günden…
Oturup düşünür,
Derin derin iç çekersin.
Kapalı kapılar arkasında,
Duymaz kimseler sesini,
Dört siyah duvar arasında.
Sorarsın kendine.
Sıkışıp kalan yalnızlığın,
Kaç yaşındadır,
Belli ki anan önce doğurmuş,
Yaşı senden büyüktür…
Ve bir sabah gelir ki;
O odanın penceresinden,
Bir daha bakamaz,
Gözlerini açamazsın.
Kapalıdır beyaz perdeler,
Karanlığın zifir yüzüne.
Oysa dışarıda insanlar,
Mutluğu yaşarken,
Bir ses beklersin yalnızlığına,
Uzandığın musalla taşında…
20.07.2013
Ömer Sabri Kurşun