Benzersiz bir platform olan www.dunyabizim.com farklı ve özgün kalemler için oldukça güzel bir platform. Bu nitelikli site için ‘Müslüman Diyeti’ eserini değerlendiren F. Kebire Gündüz Karaaslan, farklı bir tanıtıma imza attı. İşte o değerlendirme
F. Kebire Gündüz Karaaslan / dunyabizim.com / 26 Ekim 2012
Kemal Özer, ‘Müslüman’ın Diyeti kitabında Efendimizden, sahabe döneminden örnekler vererek ‘doğru beslenme eşittir sünnete uyma’ formülünü önümüze seriyor.
Kemal Özer’in Müslüman’ın Diyeti kitabı, diğer iki kitabının da çıkmış olduğu Hayykitap’tan Temmuz 2012’de çıkmış bulunuyor. Kitabı okuduktan sonra başlıktaki cümle geldi dilime hemen. Zira kitapta yazılan sünnete dair beslenmeye göre hayli farklı bir hayat sürüyoruz Müslümanlar olarak.
Müslümanız ama Müslümanca yaşamanın maalesef çok gerisindeyiz. Henüz yeme-içme adabından bile bihaber, önümüze çıkan sayısız muhtevada gıdayı sorgusuz, sualsiz midemize indiriveriyoruz. Ee, farkımız nerede öyleyse bizim diğer sorumsuz, bilinçsiz yaşayan insan çeşidinden.
Sünnete uy, hastalıklardan kurtul
Kemal Özer, kitabında Peygamber Efendimizin hayatından, sahabe döneminde yaşananlardan örnekler vererek “doğru beslenme eşittir sünnete uyma” formülünü önümüze seriyor. Sünnete göre nasıl, ne zaman, ne kadar, ne yiyip-içeceğimizi ayrıntısıyla öğreniyoruz kitaptan.
Hani hepimizin bildiği bir hadisedir. İran’dan Medine’ye gelen bir hekim tedavi edecek hasta bulamaz ve sebebini sorar Peygamber Efendimize. Efendimiz de: “Benim ashabım iyice acıkmadan yemez, yedikleri zaman da tıka basa yemezler, iştahları varken sofradan kalkarlar” buyurunca, İranlı hekim heyecanla: “İşte sağlığın şartı budur!” der. Bunu bilmeyenimiz yoktur ama hangimiz doymadan sofradan kalkıyor ki; hatta “daha doymadım” bile deriz utanmadan. Ve hangimiz iyice acıkmadan -ki kitapta da zikredildiği üzere bu süre takriben 4,5 saate denk gelmekte- hiçbir şey yemeden durabiliyor.
İbn-i Sina da “şifa hazımdadır, nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, yemek üstüne yemektir” buyurmuş. Yani henüz midemiz yediklerimizi hazmetmeden tekrar üstüne başka bir şeyler yediğimiz vakit alın size hastalık. Sonra ilaç için, daha beter olun. Zaten vaktiyle katkı maddeli ürünleri ülkemize sokan ve önceleri bedava dağıtıp, insanları bunlara müptela edip sonra yıllar geçtikçe doktorsuz ve de ilaçsız yaşayamaz bir toplum haline getirenlerin de istediği bu.
Ne! Komplo teorisi mi dediniz. Hepsinin kitapta yeri var, okuyunca görürsünüz. Yani her konuda olduğu gibi bu konuda da çok ilerleme kaydetmişiz asırlar öncesinden. Tedavi edilecek hasta bulunamayan devirden, hasta olmayanın kalmadığı bir döneme terfi etmişiz! Ne mutlu Müslümanım diyene!
Kimin icadı bu öğlen yemeği!
Yine bir hadiste Peygamber Efendimizin “mide hastalıkların evidir. Tedavinin özü ise perhizdir” dediğini öğreniyoruz. Yani yine kapı az yemeye ve soframızdaki çeşitleri kısmaya çıkıyor. Ve hatta öğünlerimizi de üçten ikiye indirmeye. Bu kitaptan ilk defa öğrendiğim bir bilgi de şu ki; Peygamber Efendimizin öğlen yemeği yediğine dair hiçbir rivayet yokmuş. Dahası o dönemde öğlen öğünü diye bir olay yok ve artı Osmanlı saraylarında bile iki öğün yemek çıkarmış. “Kuşluk taamı” ve “Akşam taamı” olarak.
Peki, kim musallat etti bize bu öğlen yemeği alışkanlığını dersiniz. Tanzimat dönemi Batılılaşma sürecinin bir ürünüymüş bu. Yazara göre sıkı bir kahvaltı ettikten sonra öğlen menüsüne gerek yok. Belki ağır işte çalışanlar ve çok arzu edenler isterlerse çorba veya yemiş türü hafif şeyler yiyebilirmiş.
Ölçüsüzlük insana mahsus
Yazarın dikkat çektiği diğer bir husus da tabiatta özgür dolaşan hayvanların hiçbirinin obez olmadığı. Zira onlar acıkmadıkça yemezler ve doydukları anda yemeyi bırakırlarmış. Yani onlar bile ölçülüler. “Ölçüsüzlük ‘akıllı’ ve ‘tamahkâr’ olan insanda” diyor yazar. Buyurun bakalım, yoruma gerek var mı? Hayvanlar kadar bile olamıyoruz yani!
Uydurmasyon diyet reçeteleri
Piyasada diyetisyen diye geçinenlerin dilinden düşürmediği “az az, sık sık yiyin” görüşünü,n zaten akla ve mantığa da aykırı olduğu halde insanların artık günde beş yüz kere duya, göre, okuya, işite pek itibar ettikleri bir tertip olmasına kızıp dururdum. Kitapta da zaten yaygın olan bu görüşe hem hadisler hem de tıp açısından yola çıkılarak yapılan izahatlardan anlıyoruz ki; ne kadar yersen o kadar acıkıyorsun arkadaş, bitti. Yedikçe yiyesin, yemedikçe de yemeyesin geliyor. Atıştırıp, sık sık tıkınmayı azaltıp, bırakırsan iştahında o oranda azalıyor.
Çoğumuz tecrübe etmiştir zannediyorum. Nasıl ki Ramazan sonrası elimiz yemek için bir şeye uzandığında tereddüt geçiririz içimizden, bir müddet düşünürüz. Çünkü bir ay boyunca yememeye ayarlanmışızdır. Ama sürekli bir şeyler atıştırdıkça ne oluyor. Midemiz de işlevini tam olarak yapamıyor ve alıştığı üzere bize de sürekli sinyaller gönderip aslında acıkmadığımız halde acıkmış hissine kapılmamıza sebebiyet veriyor.
Oruç tutmayı ihmal etmeyelim
Yazar Ramazan için özel bir bölüm ayırmış kitabında. Bu ayın manasına uygun nasıl arınıp hafifleyeceğimizin reçetesini sunmuş bizlere. Sahurda olabildiğince çok yiyip, gündüz acıkmayacağını düşünenler bu cümle size gelsin. Az yemek değil, çok yemek acıktırır. Orucun bildiğimiz ve belki de henüz idrakinde olamadığımız sayısız faydaları mevcut hem sıhhatimiz hem de maneviyatımız için. Bu sebeple Ramazan haricinde de özellikle sünnet olduğu üzere Pazartesi, Perşembe günü oruçlarına riayet etmenin de irademizi kuvvetlendirdiği ve tefekkürümüzü, muhasebe gücümüzü arttırdığı bir gerçek.
Ayrıca en çok Ramazan’da tükettiğimiz hurmayı da evimizden eksik etmememiz gerektiğini öğreniyoruz. Ballı, şerbetli, yağlı tatlıların yerine aşırıya kaçmamak kaydıyla tatlı ihtiyacımızı hurma ile gayet güzel karşılayabiliriz. (ah biraz da makul fiyatlarda olsa şahane olurdu yani)
Başında “hazır” olanı terk et!
Yazar kitabın sonuna doğru “Hayat Kurtaran Yirmi Tavsiye” başlığı altında özellikle de hazır gıdaları bilinçsizce tüketme alışkanlığı olanları zorlayacak olan maddeler sıralamış. Bir çay sever olarak beni en çok ilgilendiren madde ise “doğru çay, doğru kahve için!” maddesi. Öğrenmiş bulunduğum acı hakikat şu ki (bunu az çok biliyorduk gerçi ama böyle yetkili bir ağızdan okuyunca tabi daha tesirli oluyor) çayın aslının yeşil olması ve fermente edilerek siyahlaşıyor olması. Bu işlemden geçerken de doğal olarak besin kaybına uğradığını söylüyor yazar ve yeşil çay tavsiye ediyor.
Galiba uygulamakta en çok zorlanacağım husus bu madde. Şekersiz ve biraz daha açık içmeye eyvallah ama yeşil çay bizi bozmasın sakın. Neyse ki Türk kahvesinde sorun yok, devam edebiliriz. Üçü, beşi bir arada’ları ise atın gitsin. Gâvur icadından hayır mı gelir kardeşim. Yani hem öyle hem de elbette ki sayısız katkı maddesi içeriyor bu tür hazır kahveler. Hazırdan uzak olmak lazım maazallah.
Batı tıbbı bugün yasakladığını yarın caiz görebiliyor. Veya tam tersi de olabiliyor. Tamamen kendi çıkarları doğrultusunda “o faydalı, bu zararlı” çığırtkanlığı yapabiliyor. Ve tüm bu safsataların yanında bizim görünen hikmetlerinin yanı sıra gün geçtikçe daha da fazla hem bedenimize ve hem de ruhumuza Efendimizin sünnetlerinin yararlarına dair vurgu yapıyor yazar ve şahane bir cümle sarf ediyor her şey bir kenara sünnet bir kenara dedirten: “Bir Müslümana düşen, Batı tıbbının doğruluğu ispatlanmamış tartışmalı tezlerine değil, Allah Resulü’nün sünnetine uymaktır.”