Niyet İyiniyetli İse Bir Orta Yol Mutlaka Vardır!
Yıl 1979. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde Fiziki Coğrafya Bölümünde okuyorum. Okul bir yıl önce oldukça karışıkmış sağ-sol çatışmaları nedeniyle.. Fakülteye girişten itibaren polis kontrolü; sağ ve solculara ayrılmış kantinlerin orta yerinde 5-6 kişilik polis masası; sınıf koridorlarında jandarma erleri olası olaylara karşın.. 77-78 öğrenim sezonunda okulda epey öğrenci olayları, bombalamalar olmuş. 78-79 sezonu ise daha olaysızdı. Okula sağ ve sol öğrenciler belirledikleri toplanma yerinde toplanıp ayrı ayrı gruplar halinde gelebiliyorlar, karşı gruba yalnız yakalanmamak için.
Bölüm dersleri sabahtı birinci sınıfta. Yoğun bir yabancı dil dersi de vardı ve fakat öğleden sonra saat 16.00 da başlıyordu. 12-13 arası yemek arası.. Yemekten sonra saat 16’ya kadar öğrenciler ya kantinde bir birlerini kesiyorlar (kolluyorlar) veya Kızılay’da “güvenli” yerlerde vakit geçiriyorlar.
Ben Siirt’ten Ordu’ya gelip, liseyi de Konya’da bitirmişim. Taşralıyım yani.. Ne Ankara’yı bilirim, ne örgütlerden bir çevrem var, sürekli okul değiştirmem nedeniyle. Okula yeni yeni ısınıyor ve yeni yeni her yanımıza yaklaşanı şüpheyle karışık reddetmeden karşılıyoruz. Bizim bölüm 20 kişilik. Ortak derslerin dışında kendi bölüm derslerimizde bu yeni (eskiden üniversiteye yeni gelenlere totok derdik) gelen 20 kişiyle birlikte olduğumuzda daha rahat olurduk. Tabii tanışmada kolay oluyordu. Ve insan birkaç sohbetten sonra kendi vücut diline, dokusuna uygun olanlarla yan yana geliyordu ne hikmetse. Bu doku uygunluğu ideolojinin de ötesinde onu aşan bir şeydi.
Ben aklım ermeye başladığında kendimi kırsalda bulmuştum. Kışın Siirt’te yazın Ordu da. Kırsalda ezen ve ezilen, gerçek ve hurafe, akıl ile algı çekinmeden ve umursamadan kendini sergileyebildiğinden; bunlara karşı geliştirilen sol söylem bana daha yatkın geliyordu. Solculuğum bundan ibaretti. Kendi sınıfımızdan, solcu olmasa da sağcı refleksler (o günkü) göstermeyen, Kayserili biriyle arkadaşlığımız ilerlemişti. Bir süre bizde kantine gitmesek de Kızılay’da takılmaya başladık, genelde yürürdük. Ankara’da pastırma yazları yaşanıyordu. Zaten Ankara’nın sonbaharda bir pastırma yazlarını bir de baharda kırkikindi yağmurlarını sevmişimdir. Neyse Kayseriliyle çevreyi öğrendikten sonra, baktık ki saat 16’ya kadar vakit geçmiyor, yemekten sonra ben Tandoğan’daki yurduma o da sanırım Ayrancı’daki bekâr evine gidiyordu.
Ben yurtta da yemek çıktığı için artık okulda da öğle yemeklerine kalmıyordum pek. Arada bir Kayserili arkadaşım K.’ya eşlik ediyordum. Ve Ankara’da kırkikindi yağmurlarının başladığı mevsime yaklaşmıştık. Okulun sonlarına doğru K. okula gidişgelişlerde tedirgin oluyordu. Gözlendiğini düşünüyordu. O boylu poslu olduğu için dikkat çekiyor, ben ufak tefek olduğum için pek kaale alınmıyordum.
Bir gün yemeğe kendisiyle inmemi istedi. Değişiklik olur diye kabul ettim. Aklıma bir şey gelmedi. İkimizde şiddetten ve şiddet gösterilerinden hoşlanmıyorduk (bu ruh halimden olsa gerek, o zamanlar sol fraksiyonların bazılarının “öncü savaş” kuramı bana pek gerçekçi gelmiyordu, neyse..). Yemek kuyruğuna girdik. Arkadaşım iyice tedirginleşti, gözleri yarı boş etrafta dolanıyordu.
Konuşmamızın konusu neydi hatırlamıyorum ama ben işin farkında değilim, bir şeyler anlatıp duruyorum. Birazdan parkalı, kirli sakallı bizden yaşça biraz büyük biri yanaştı, K.’ya “Sen gelsene biraz” dedi sessiz fakat otoriter bir tonda. Ben, safın aklına kötü bir şey gelmedi. Herhalde üst sınıftan tanıdık bir hemşerisidir diye düşündüm. Sırayı da kaybetmemek için yerimden kımıldamadım. Birazdan arkadaşım K. geldi. Esmer olan yüzü kızarınca neredeyse mor rengi almıştı. Endişelendim, “Ne oldu lan..” dedim. Gözleriyle etrafı endişeyle tararken, “Sus, sonra anlatırım.” dedi. O andan itibaren yemek sırası bitip, yemek yenip, dışarıya Kızılay’a doğru yürüyünceye kadar konuşmadık. Yürürken anlattı..
Olay şu: Okulda 12-13 arası yemek saatinde, dönüşümlü olarak ilk yarım saat sağcılara, son yarım saat sağcılara ayrılıyor, yemekhanede kavga çıkmasın diye. Ertesi gün önce solcular sonra sağcılar giriyor yemekhaneye. Bizim K. dersten sonra okulda ucuz ve lezzetli olan öğle yemeğini yiyip akşam ki almanca dersine kadar eve gitmek için her zaman 12 de yemeğe iniyor. Yani bir gün sağcılarla bir gün solcularla yemeğe iniyor. Her iki tarafta kendilerine uzak duran bu “kimliksizden”dan şüpheleniyor ve takibe alıyorlar. Bir süre önce de solcular böyle sorguya çekmişler. Bugün ise sağcılar.. Sorguladıkları şu: “Arkadaş sen ne işsin. Bir gün bizimle iniyorsun yemekhaneye, bir gün solcularla.. Ajan mısın, istihbarat mı topluyorsun?” K. “Yok öyle bir şey, ben ne buraya okumaya geldim, kimseye karışmıyorum. Sadece yemek yiyip okuldan çıkıyorum. Başka amacım yok..” Sağcı genç “Olabilir, doğru söylüyor olabilirsin ama herkes senden tedirgin, ya hep bizimle gel yemeğe ya da solcularla. Böyle olmaz, solcularda seni rahat bırakmaz, “sivil” olabilirsin diye..” Kahve taramaları ve öğrenci liderlerinin pusuya düşürülüp öldürülmesi hemen hemen her gün yaşandığı için herkesin tetikte olmak zorunda olduğu bir dönemden geçiliyordu. Sağ ve solcu olmanın dışında orta yol olması mümkün değildi..
Arkadaşım K. o günden sonra okulda yemek yemedi. İkimizde üniversite sınavlarına yeniden girmiştik o yıl. Ben İstanbul Siyasal’a geldim. Sanırım 3. sınıftaydım, İktisat Fakültesine giden yan yolda ona rastladım. O da Jeoloji Mühendisliği bölümüne girmişti. Bir daha da görüşemedik. Ama onu sağ-salim görmek beni çok mutlu etmişti.
Dönem öyle bir dönemdi işte.. Allah bir daha yaşatmasın! Demem o ki, niyetler iyi niyet üzre yürürse bir orta yol mutlaka vardır, olmak zorundadır. Yaşamın odağına semboller, ikonlar, ideolojiler, sloganlar değil de “insan” konursa ve sadece “insan” kutsal kabul edilirse, Yaradan’dan ötürü ve her şeyden ötürü, bir orta yol mutlaka vardır. 12.04.2012