Beden ve ruh… Siz birbirinizin nesisiniz kuzum? Birbirine kenetli sanki–sımsıkı- ve her an birbirinden vazgeçebilecek gibi ilişik sadece. Ruh; bedene can veren; beden ruha vücud veren… Ruh yoksa beden sade bir koza ve beden yoksa ortada ruh gelebilir mi dünyaya? Birbiriniz için yaratılmışsınız, kabul…
Hiç düşündünüz mü? Siz niye siz olarak dünyaya geldiniz? Neden Ayşe, Veli, Madonna, Kanuni, La Edri ya da Kim Yong olarak değil de siz olarak bu bedende bu hayata doğdunuz? Ruhunuz bu bedeni ve bu sınavı neden seçti? Öylesine bir tesadüf mü? Yoksa muazzam bir planın parçası mı?
Çocukluğumdan beri düşündüğüm bir soru bu. Ben neden ben olarak doğdum da başka biri olmadım? Ben gerçekten şu an dünyada bu bedende miyim? Bu an gerçek mi, yoksa rüya mı? Belki şu anı gerçekten yaşamıyorum, rüyadayım ve kendimi başka biri olarak görüyorum. Olamaz mı, olabilir. Yaşadığım tam bu an, gerçekten bu hayatta ve bu bedende miyim yoksa hepsi zaman ya da gerçeklik algısında bir yanılsamadan mı ibaret? Ben bilemiyorum.
Yanlış anlaşılmasın, mutsuz bir çocuk olmamdan değil, sorgulamadan duramadığımdan. Eğer ben ben olarak dünyaya geldiysem bunu bir anlamı olmalı çünkü. Sonsuz olasılıklar deryasında ruhumun bu bedene konmasının bir sebebi olmalı. Tıpkı günün geceyle kavuşması, dağın gökle buluşması gibi ruh ve bedenin vuslatının da bir manası vardır, sanıyorum.
Küçükken mahalleden arkadaşlarla toplanıp ruh çağırma seansları yapardık. Ayinimsi oyunumuzun gerçekleşeceği kutsal mekan, annesi evde olmayan çocuğun evi olurdu. Eve girerken daha korkudan kalbimiz küt küt atardı. Eğer kış ise muhtemel sobanın yandığı odaya geçerdik. Ben hemen perdeleri kapardım. Sonra hep birlikte halının üzerine daire şeklinde oturup el ele tutuşur, kimin ruhunu çağıracağımızı tartışmaya başlardık. Genelde öneriler yakın zamanda hayata veda eden dedeler ya da babaannelerden olurdu. Bilirsiniz… Çocukken ruh çağırma seremonileri yapan, sonra da korkudan bir hafta ışığı kapatmadan uyuyan bir ben değilimdir her halde. Ama bu seanslarda kendi ruhunu çağırıp onunla konuşmak isteyen bir ben olabilirim, sanıyorum.
Şimdi büyüdüm, hala aynı sorulara cevaplar arıyorum. Bazı düğümler ömürlük böyle. Çözmeye çalıştıkça içine çekiliyorsunuz:
Ruh ve beden armonisini anlamak için bu iki notanın birbiriyle buluştuğu o ilk ezgiye gidelim mi? Doğduğumuz andaki “ınga” sesine. O sihirli dakikada anne rahminden ayrılırsınız ve göbek bağınız kesilir. İşte o andan itibaren baş başasınız; beden ve ruh. Dünyaya adapte olma sürecinde aileniz tüm ihtiyaçlarınızı karşılama rolünü üstlense bile aslında sizi var eden hiç kimse değil; sadece birlikteliğiniz. Çünkü biliyoruz ki ruh küserse beden hastalanır, yaşayamaz; beden çökerse ruh ona ağır gelir, taşıyamaz. Bundandır birbirinize muhtaçlığınız.
Ve bir gün özgür ruh, sılasından göçmeye karar verdiğinde bazen sessizce uykuda, bazen yürürken yolda, bazen bembeyaz bir hastane çarşafının gölgesinde gelir vedalar. Ve beden onu asil bir Fransız leydisi gibi uğurlar. Zira ruhu fersahlarca yükseğe uçsa da memleketi özündedir. O bedende var olmuş, onun sınavıyla yoğrulmuştur. Belki geçmiştir, belki kalmıştır. Ama bir şekilde doğrulmuş ve yolunu bulmuştur.
Bir de uykular var dedim ya hani. Uyku “yarı ölüm”dür derler bizim oralarda. Gözümüzü kapatıp evrensel teslimiyete eriştiğimiz o saatlerde, ruhumuz düş trenine atlar: ovalar, dağlar, karlar boyunca uzar gider. Kalabalıktır tren. Bazı geceler kaçak bir yolcu oluruz beş parasız, bazı geceler kompartımanda tek başına bir kadın ağlamaklı, bazen vagonlar arasında gezinirken annesini kaybeden küçük bir kız çocuğu, bazen de bir bavuluzdur sadece anılarla ve yıllarla dolu. Öyle gerçektir ki bu an; beden odasında, yatağında mışıl mışıl uyumakta olduğunu, kim olduğunu unutmuş gibidir. Ruhumuz bize küçük oyunlar oynar böyle. Arzularımızı, korkularımızı fısıldamak için kulağımıza rüya ekpresine bileti keser her gece.
Peki nerede bu ruh? Bedenimizin neresinde? İçimizde mi, tenimizde mi, başımızın üstündeki görünmez harede mi, yahut gözümüzdeki ferde mi, ilk sevda yarasında sızım sızım sızlayan yürekte mi, bir elma şekerini sıkıca kavrayan avuçlarda mı, yahut salıncaktan düştüğümüz o akşamüstü kanayan dizimizde mi? Neredesin ey ruh, eğer buradaysan üç kere tahtaya vur.
Ses geldiyse hayattasınız demektir, belki de rüyada…
Madde mana,
Ruh beden,
Siyah beyaz
Ateş su,
erkek dişi,
hasılı KimYong un ülkesinin yin ve yang felsefesi.
Her biri birbirinin komşusu.
Tıpkı kızılötesindeki renklerin kızıl ve mor renklerle küreselliği tamamladığı gibi.
Sorgulamak iyidir iyi sorgulamak dahada iyidir amma beynide çok yormamak şartıyla
Hocam kaleminize sağlık.
Dokunaklı bir yazı olmuş. Elinize ve düşüncelerinize sağlık?