Zaman o kadar hızla ilerliyor ki; 2011 Haziran seçimleri geldi çattı. 2009 yerel seçimleri, 2007 genel seçimleri daha dün gibi sanki… Araya bir de referandum sıkıştırdık zaten…Siz buna kabaca beş yılda dört seçim diyebilirsiniz.
Geçen haftaki yazımda Türkiye’de demokrasi olmadığını, sadece demokrasi oyunu oynamak zorunda kaldığımızı belirtmiştim.
Aslında demokrasinin felsefi boyutunda hangi olguların yattığını bal gibi biliyoruz. Demokrasinin, azınlığın düşüncesine de saygıdan geçtiğini, düşünce hürriyetinin demokrasiyi besleyeceğini, tahammül ve hoş görü gerektirdiğini bilmeyenimiz çok azdır.
Buna rağmen demokrasiyi yaşayamayan bir toplumun, hiç olmazsa “oyununu” bari oynayabilmesi gerekmektedir.
Sizce oynayabiliyor muyuz peki?
Gerçi “oyun” deyip duruyorum ama bu süreç bile nasıl bir demokrasi özlemi içinde olduğumuzun da öncü yansımalarıdır.
Ancak korkarım başarılı bir öncü süreç yaşayamıyoruz.
Bundan sonra da başarılı olacağımızı sanmıyorum. Çünkü yukarıda saydığım seçimler dâhil, bütün seçimlerde ne yaptığımız ya da ne yapamadığımız ortada…
Olaya insanlar arası ilişkiler veya siyasetçi halk ilişkileri boyutunda baktığımızda çok da iç açıcı bir tabloyla karşılaşmıyoruz.
Neden?
Nedeni şu aslında… Küsüyoruz, güceniyoruz, saldırganlaşıyoruz, seviyeyi düşürüyoruz, kin ve intikam duygularına sarılıyoruz.
Öfkeye kapılan insanlar burunlarından soluyorlar.
Bu demokrasi değil ki… Bu demokrasi olamaz ki… Hatta bu durumda demokrasi oyunu oynadığınızı dahi söyleyemezsiniz.
Önce seçmen açısından bakalım. Seçmen; seçtiği veya seçmediği siyasetçiyi çok kolay harcayabiliyor. Ona göre siyasetçi hep hata yapıyor. Yine ona göre vatan hainliği yapıyor. Kısacası siyasetçi ağzıyla kuş tutsa nafile…
Seçmenin haklı ya da haksız olduğu noktasını tartışmıyorum. Ama işin içinde, bozulması neredeyse mümkün olmayan bir ön yargı olduğu kesindir.
Siyasetçi hangi duruşu veya karakteri sergiliyorsa, bunun toplumun yansıması olduğu gerçeğini çabucak unutuveriyoruz.
Belli ki; demokrasinin gereği olan eleştiriyle, kin ve intikam arasındaki çizgiyi belirleyemiyoruz.
Siyasetçi açısından baktığımızda durumun pek de fark arz etmediğini söylemek mümkündür.
O da kürsülere çıktığında, gazetecilere beyanat verdiğinde, meclisteki bir platformda konuşmaya başladığında ağzından bal damlamıyor.
Kendisine oy vermediğini düşündüğü seçmene ayrıcalık yapmayan siyasetçiyi tenzih ederek şunu söyleyebilirim. Oy alamadığı kitleyi kazanmaya çalışmak yerine daha da düşmanca siyaset izlemekte her hangi bir sakınca görmüyor. Kin ve intikam duyguları onun da benliğini sarıveriyor.
Hatta seçimlerde gece gündüz kendisine destek veren, ardından ayrılmayan, kendisine ciddi oy potansiyeli kazandıran seçmenini, göreve geldikten sonra ya ihmal ediyor, ya da unutuyor.
Adına “yoğunluk” deyin, “vefasızlık” deyin veya “yanlış anlaşılıyor” deyin…
Ne derseniz deyin ama siyasetçinin, kendisini önemli siyasi mertebelere ulaştıran seçmenini ihmal ettiği bir gerçektir.
Seçmenin ve siyasetçinin ortaya koyduğu bu genel tavır, sadece demokrasi açısından değil, her bakımdan bir arızadır.
İnsan üzülmeden edemiyor. Zaten sistemimizde demokrasi diye bir şey yok. Hiç olmazsa tavır, duruş ve karakteristik halimizle demokrat olmaya çalışmalıyız.
Bunu da yapamayacaksak, demokrasinin kendisine ulaşamayacağımız gibi, “oyununu” dahi başaramamak bizi yarınlar adına umutsuzluğa sevk edecektir.
Küsmekle, sırtımızı dönmekle, intikam peşinde olmakla hiçbir hedefe varamayız.
Hem “siyasette küslük olmaz” diyeceksiniz, hem de bunun tersini yapacaksınız.
Böylesine kurak bir iklime demokrasi gelir mi?
2011 genel seçimlerinin yeni küskünler ve kırgınlar getirmemesi dileğiyle…
HOŞÇAKALIN