Erdoğan Aydın “Nasıl Müslüman Olduk?” diye soruyor. Kitabının özeti şudur; Araplar geldi, bizi kılıçtan geçirdi, başka çaremiz kalmamıştı ve Müslüman olduk. Başarılı bir öncü olan Kuteybe bin Müslim de bu işin başını çekiyordu. Burada zorla Müslüman olan millet Türklerdir güya.
Kürtler de böyle Müslüman olmuş, diyor. Onları da İkinci Halife Hz. Ömer’in komutanları kılıçtan geçirmiş. Farslar da böyle Müslüman olmuşlar. Onlara İslam kılıç zoruyla kabul ettirilmiş.
Bu iddiaları Fars, Türk ve son zamanlarda Kürt milliyetçileri (!) ha bire dile getiriyorlar.
Şimdi bu iddiaları ve iddialardaki temel noktaları değerlendirelim.
Doğrusu “Arap” kavramını kabul edemeyiz. Arap dediği kişiler Hz. Peygamber’e inanmış çekirdek kitledir, bunlara sahabe deniyor. Bu sahabeler arasında Arap olmayanlar vardı. Salman-ı Farisî, Suheyb-i Rûmî, Ceban el-Kûrdî ve Bilal-i Habeşi, bunların hiçbiri Arap değildi. Yeni bir ideal için yola çıkan bu isimler, bir Arap olan Hz. Muhammed’in etrafında toplanmıştılar.
Araplar dediği bu kitlenin, diğer milletlerin dini ile ya da dili ile uğraşan bir ideolojileri yoktu. Üstelik bu insanlar kendi toplumlarının dinsizleriydiler. Atalarının (yani Arapların) milli dinine savaş açmıştılar. Onlar gerekirse babaları ve kardeşleriyle çarpışmaktan kaçınmıyordu. Eğer mesele kılıçsa önce Arapları, kendi kavimlerini kılıç zoruyla İslam’a döndürdüler. Oysa Arap halkı da gönüllü iman etmişti. İslam Medine’ye ve Mekke’ye kan dökülmeden girdi. Savaşlardan önce İslam’ın girmediği ev kalmamıştı. Ama Müslümanlar artık iktidar sahibiydiler. Düşman iktidarlarla savaşmak zorundaydılar. İlk savaşları kendi toplumlarını yönetenlere karşı oldu. Arapların yüzyıllardır taptıkları putları kırdılar, önce kendi putlarını yıktı bu insanlar.
Sasani ve Bizans İmparatorları kendi dinleri dışında kalan dinleri yasaklamıştılar. Sasani Başrahibi Kartir bir beyanname ile Zerdüştilik dışında kalan tüm dinleri sapkın ilan etmişti. Behram Gur, başta Mani’yi, sonra Manicileri Zerdüşti olsunlar diye kılıçtan geçiriyordu. Oysa Türkler de bir dönem Mani’yi kabul ediyordu. Son dönemde toplum o kadar yozlaştı ki Başrahip Mazdek devrim yapmak zorunda kaldı. Mazdek bir süre sonra öldürüldü, Mazdekiler kaçtılar. Demem o ki ne Kürtler, ne Farslar, ne de Türkler eski dinlerini sürdürmek istiyordu. Yeni bir öğreti peşindeydiler. Çünkü Zerdüştilik tahrif edilmişti. Kralların resmi dini olmuştu. Halkın yaktığı ateş ile kralların yaktığı ateş farklıydı, askerlerin farklı, Mubezlerin farklıydı.
Kürtlere, Farslara ya da Türklere savaş açılmamıştı. Savaş, bu toplumları yöneten zorba ve sapık krallara açılmıştı. Kadisiye Savaşında sahabelerin sayısı 10.000 civarında iken, Sasani ordusu gelişmiş techizatla donatılmış 100.000 askerden fazlaydı. Baldırı çıplak bugünkü Irak’a ilerleyen sahabeler, nasıl oldu da kılıç zoruyla geldiler? Belli ki askerler bile artık savaşmak istemiyordu, savaş isteyen krallardı. Sasani ordusu Bizans ordusuyla savaşıyordu, onların dengi Araplar değildi, o zamanlar Araplar adamdan bile sayılmıyordu. Yemen’e atadıkları bir Vali ile tüm Arabistan’ı yöneten bu imparatorluk, Arapların zoruyla mı Müslüman oldular? Bu şakayı anladık. Peki, Yemen Valisi Bazan, kendi iradesiyle Hz. Peygamber’e iman etmişti, ortada bir zorluk olsaydı, Sasani halkları Arabistan’ı yerle bir edecek güçteydiler. Ama öyle olmadı.
İslam’dan önce Türklerin birlikte iş yaptığı uygarlık İran’dı. İran’dan etkileniyor ve bilgeliği onlardan alıyordular. Dini kavramlar bile Zerdüştilik üzerinden gelmiştir. En önemli ibadet olan namaz, İrani bir kavramdır. Araplar namaz demezler, salât derler. Zerdüştilikte “beş vakit namaz” (namaz-ı penci gâh) kavramı vardır. O güne kadar Ortadoğu halklarının din hafızası Zerdüştiliktir. Ama İslam yeni kavramlar ve yeni bir bakış açısıyla gelince, Zerdüştiliğin bu öğreti karşısında dayanacak gücü yoktu.
Saraylı Türkler Maniciliği bir dönem kabul etse de, Manicilik topluma hitap eden bir din değildi. En basiti Mani, “evlenmeyin” diyordu. Mazdek ise bugün bile uygulanması mümkün olmayan ütopik bir toplum modeli geliştirmişti.
Tek alternatif İslam’dı. Üstelik Zerdüşt, Hz. Muhammed’in yaşadığı yüzyıldan bin yıl önce (MÖ 6. yy.) “Bin yıl sonra bir kurtarıcı çıkacak.” demişti. Mani, bu kurtarıcı benim, diyordu. Tutmadı… İncil ve Tevrat’ta, kısaca bugün “Beklenen Mehdi” inancı gibi, o gün de “Beklenen Peygamber” inancı dolaşıyordu.
Savaş, iktidarlar arasında olur. İstisnalar genel kaideleri bozmazlar. Bir orman yeşil ise, gidip sararan bir ağacı zoomlamak bu “orman yeşildir” kaidesini bozmaz. Irkçı yazarlar, tarih kitaplarındaki bir örneği zoomlayıp, barış yoluyla yayılan İslam’ı yanlış anlatıyorlar. İslam bu topraklara gönderilen âlimler yoluyla yerleşti. Hatta bazen hiç savaş olmadan seyyahlar ve tüccarlar dolaşırdı. Savaş, son raunt sahnesidir. Bir nevi zamanın ruhunu inkâr eden yöneticilere açılan savaştır. İslam’da bu Fetih terimiyle ifade edilir. Zamanın ruhudur fetih. Rastgele savaşlar ise işgaldir ve işgal ile yayılan bir yönetim orada derin izler bırakmaz. Oysa sahabelerin ayak bastıkları tüm topraklar bugün hala İslam ile anılıyorlar.
Ortadoğu’da yayılan İslam öğretisi dört millet için bir nimetti. Sasanilerin edebiyatı Pehlevicedir. Türklerin ve Arapların kayda değer bilgi ve edebiyatı yoktu. Kürtlerin de. Hatta en zayıfı Kürtler sayılıdır. 10. yy. Fars, Kürt, Türk ve Arapların yeniden dirilişidir. Bu milletlerin edebiyatı yazıya geçiyor. Tarihe damga vuracak edebiyatçılar, bilim adamlar ve filozoflar yetişiyor. Mistisizm gelişiyor. Zaten mistisizm zirve noktadır, bir milletin mistisizmi gelişmişse, o millet her şeyi yaşamış demektir. Bu dört millet uzun süre dünyaya hükmettiler. İslam bu dört bir milletin anlaşmasını, birlikte hareket etmesini sağladı.
Velhasıl: “Aqil taca zêrîn e, li serê herkesê/î nîne.” (Akıl altın bir ? taçtır, herkesin başında bulunmaz.)
İncik ve Tevrat ta da din savaşları yanı sıra, kral ve zenginlerin kendi aralarında da iktidar anlaşmazlıkları olmuş, savaşmış ve bazen dini savunanlar galip gelmiş, bazen de Rabbin sözlerine karşı gelenler kazanmış. Günümüze kadar bu savaşlar sürmüş gelmiş. Eski kitaplarda, Yasa da, emirlere hep savaş kelimesi geçiyor. Şimdi Türkiye’de bile din kavgasını zaman zaman kaşıyanlar var. Sanırım ilelebet de olacaktır.
Savaşın hiç bitmeyeceği bir gerçektir. Çünkü savaşmak için çok neden var; iktidar, güç, sermaye, sömürü vs… Ama barışmak için bu kadar çok neden yok. Bu nedenler şunlar; vicdan, ahlak, eşitlik, adalet, özgür irade, insanlık vs…