“İnsanoğlu ne kadar da nankör!”. Öyle mi gerçekten? Evet, hatırı sayılır bir kısmı öyle..
Bir insan için başka bir insanın nankör olup olmaması ne zaman önemli hale gelir? Şayet nankörlük belirtileri gösteren kişiyi, peşinen ‘yabana atılmayacak’, görmezden gelinmeyecek biri olarak görüp, davranış ve/veya tepkilerini sizin ona atfettiğiniz değere uygun olarak göstereceğini öngördüğünüz halde umduğunuzu bulamıyorsanız önemli olur. Çünkü bir anlamda sizi kendisi hakkında hayal kırıklığına uğratmış gibi olur. Bu gibi durumlarda o kişiye değer atfetmede gereksiz bir bonkörlük yapmış da olabilirsiniz, bu ayrı bir mesele, bunu da gözden kaçırmamak lazım tabii ki..
Nankörlük dedikse o da sınırları çok belirgin ve dar bir alana sıkışmış bir ‘arıza’ değil; ihmal, gaflet gibi hafif ‘görme bozukluğu’ndan başlayıp iyilik için uzanan eli ısırmaya ve daha ötesine kadar uzanan dereceleri var. Arıza derinleştikçe şüphesiz yaratacağı şaşkınlık ve hüsran da o nispette etkili ve büyük olacaktır.
Bizim toplumumuzda kimsenin bu gözle bakmadığı ve fakat çok yaygın karşılaşılan bir ‘nankörlük’ hali var, o da iyiniyetli ve yapıcı eleştiriye karşı yapılan nankörlüktür. Çünkü, bana göre bu manada yapılan eleştirinin nimetten sayılması gerekir; zira insana kendi başına belki uzun süre, belki ömür boyu göremeyeceği bir eksiğini/yanlışını gösterip bunu giderme/düzeltme fırsatı verir. Oysa biz bu nimeti tepmeyi tercih ederiz, yani nankörlüğü..
İsterseniz, size değer verdiğini söyleyen ya da hissettiren birini -haklı olarak- iki kere yüzüne karşı eleştirin, çoğunlukla üçüncüsü için size fırsat bırakmayıp uzaklaştığını göreceksiniz. Şayet uzaklaşmasını imkansız kılan bağlarınız varsa da çatışma kaçınılmazdır. Tamam, sizi hayalkırıklığına uğratır belki ama tabii bu nankörlüğü gösteren için de bunun bir müeyyidesi var; asgarisinden, eleştiriye konu eksiği/hatayı üzerinde taşımaya mahkum olmak!. Ne yapalım, safâlar olsun, o da kendi tercihinin sonucudur.
Haddizatında ‘nankör’ kelimesinin, nimet tanımına giren, iyilik ve fayda namına ne varsa hepsini ekmeğin (nân, ekmek demektir) şahsında temsil ettiğini söylemek yanlış olmaz. O halde, herhangi bir iyiliğe gözünü kapatmak, yok saymak, inkar etmek, körleşmek yukarıda zikredildiği gibi bu arızanın geniş yelpazesinde kendine bir yer bulmak anlamına gelir.
Eleştiri konusunu, çok yaygın olduğunu düşündüğüm için ve dahi bu yüzden maruz kaldığımız müeyyidelerin bizi gelişmekten alıkoyduğu açık bir gerçek olduğu için örnek olarak seçtim. Daha genel olarak; nân, yani ekmek, yani nimet, yani maddi-manevi her türlü iyiliğe hatta iyiniyete karşı duyarsızlık, kıymetbilmezlik ya da inkar davranışlarımızın hiçbiri müeyyidesiz kalmaz; biz müstehakımızı ne şekilde bulduğumuzun idrakine varırız varmayız, o ayrı konu..
Nimetin adı, vasfı ne olursa olsun; ister maddi yanımıza ister manevi/hissi yanımıza hitap etsin, kıymetini bilmediğimiz takdirde, zahiren o nimete ‘nâil olmaya’ devam ediyor görünsek bile onun bize bir hayrı olmaz, ancak hamallığını yapmakla kalırız.
Bir verimli toprak düşünün ki, yağmur gibi bir nimetin kıymetini bildiğinde nasıl çiçeklenip güzelleşiyor. Bir kaya düşünün ki, aynı rahmet (nimet) ona da erişiyor ama ıslanmaktan başka bir karı yok. Bir de vasıfsız toprak düşünün ki, üzerine nimet (rahmet) yağdıkça çamurlaşıyor, daha da çok yağsa bataklık olmaya meylediyor; ne kendine bir hayrı dokunuyor ne de sivrisinekten başka bir şeye!. Yağmadıkça da hiçbir işe yaramayan kepir toprak olarak çoraklığıyla başbaşa kalıyor..
Hasıl-ı kelam; ben az söyledim, siz çok anladınız..
Hani dilimizden düşürmediğimiz bir söz vardır, “her nimetin bir külfeti vardır” deriz. Nimete layık olma, elde etme, elde tutma, ve hakkını verme çabası manasında doğrudur. Fakat iş nimete nankörlük boyutuna vardığında artık külfet yerine ‘bedel’ yahut ‘müeyyide’den bahsetmek daha yerinde olacaktır.
Kanaatimce ‘nimet’ kavramını daha geniş ve derinlemesine düşünürsek, üstünde durmadan yapıp geçtiğimiz yanlışların farkına varmamız ve irili ufaklı, maddi manevi nimetlere karşı -çoğu kez bilinçsizce- yaptığımız nankörlüklerin sonucu maruz kaldığımız ‘nimet çarpması’ndan masun kalmamız mümkün olabilir.
Ustaca
Ne demiş Douglas Adams amca; okşayan elin kıymetini bilmeyenler, tekmeleyen ayağı öperler..
Bu da küfran-ı nimete düşmenin yani nankörlüğün bir yaptırımı olsa gerek!.
Tebrik: Kadir gecenizi ve Ramazan Bayramınızı tebrik eder, sağlık ve afiyetle tekrar tekrar erişmeyi niyaz ederim.