Avrupa’da 18. yüzyılda sanayi devrimi ve 1789 Fransız İhtilali ülkelerin ekonomik, toplumsal ve siyasal yapılarını değiştirmiştir. 19. yüzyılda ulusun egemenliğine dayanan, anayasal düzeni ve hukukun üstünlüğü ilkesini benimseyen, inançlara saygılı laik ve demokratik devletler oluşmaya başlamıştır. Bu gelişmeler çok uluslu Osmanlı Devleti’ni de etkilemiş ve bu ülkemizin tarihinde tek kişinin egemenliğini (mutlakiyeti) sınırlandırmayı, hukuk devletini ve demokratikleşmeyi amaçlayan ilk yazılı belgeler bu süreçte ortaya konulmuştur. Bunlar; Sened-i İttifak (1808), Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı (1856)’dır. İlk anayasa (kanuni esasi) ise 23 Aralık 1876 tarihinde kabul edilmiştir. Osmanlı Devleti’nde egemenliğin anayasa ve meclis ile sınırlandırıldığı bu dönem I. Meşrutiyet olarak adlandırılır.
Kuşkusuz ki modern Türkiye’nin tarihi, bu belgelerle ve ilk anayasa ile başlamadı. Çünkü bu dönemde yayınlanan fermanların herhangi bir yaptırımı yoktu. Tanınan hak ve özgürlüklerin kullanılabilmesi padişahın ve yöneticilerin iradesine bırakılmıştı. İlk Anayasa ise Osmanlı-Rus Savaşı nedeniyle padişah II. Abdülhamit tarafından 1878’den itibaren uygulamadan kaldırılmış, meclisin toplanması engellenmiştir. Tüm ülkede 30 yıl süren bu baskı ve sansür dönemi, 1908 yılında meclisin yeniden açılmasıyla sona ermiştir. Bu dönemin sona erdirilmesinde, bir bölümü yurt dışında yetişen ve Jön Türk olarak adlandırılan aydınların önemli etkisi olmuştur. Aydınların kurduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti adlı gizli örgüt, zamanla siyasal partiye dönüşerek güçlenmiş ve 1908-1918 yılları arasında ülke yönetiminde etkili olmuştur. Anayasanın yeniden işlerlik kazandığı 1908’den İstanbul’un işgali ve meclisin kapatıldığı 1918’e dek süren bu anayasalı ve parlamentolu yönetim dönemi, tarihimizde II. Meşrutiyet olarak adlandılır.
II. Meşrutiyet Dönemi’nde ülke yönetiminde en etkili güç haline gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti; artan dış sorunları ve baskıları, 1912-1913 yıllarındaki Balkan Savaşları’nı ve 1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı’nı bahane ederek hak ve özgürlükleri kısıtlamış, meclisi dağıtmış ve tam bir diktatörlüğe yönelmiştir. Meclisin kararı ve onayı olmaksızın, Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesini sağlayan İttihat ve Terakki’nin önderleri, bu savaşın 1918 yılında ağır bir yenilgiyle sonuçlanmasıyla, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma ve parçalanma sürecini hızlandırmıştır.
Bu başarısızlıklara rağmen, II. Meşrutiyet Dönemi’nde siyasal ve toplumsal açıdan önemli gelişmeler olmuştur. 1909 yılında yapılan anayasa değişiklikleri sonucunda; Osmanlı Devleti’nin yönetim yapısı biçimsel de olsa parlamenter bir nitelik kazanmış ve daha özgürlükçü yönetime geçişin yolu açılmıştır. Parlamenter yönetimin temel ilkeleri ve kişi hakları benimsenmiştir. Güçler ayrılığı ilkesinin temel göstergeleri olan “hükümetin meclise karşı sorumluluğu” ve “meclisin güvenoyu vermediği hükümetin çekilmesi” ilkeleri kabul edilmiştir. Basında sansüre son verilmiş, modern bürokrasinin temelleri atılmış, milli kültür ve milli iktisat politikaları geliştirilmiştir. Tüm ülkede eşitlik, özgürlük, adalet, kardeşlik anlayışı yayılmış, kişi özgürlükleri, laik hukuk ve kadın hakları konusunda önemli reformlar yapılmıştır. Örneğin, kızlar için orta ve yüksek öğrenim kurumları açılmıştır. Kadınlara, erkeğin tek eşi olma hakkı tanınmıştır.
II. Meşrutiyet Döneminde hem mutlak monarşiden meşruti monarşiye ve parlamenter yönetime hem de çok uluslu imparatorluktan ulusal devlete geçişin ön koşulları hazırlanmıştır. Siyasete duyarlı bir kamuoyu ortaya çıkmış, tebaa (kul) anlayışı yerine vatandaş ve ulus bilinci oluşmaya başlamıştır. Bu duyarlılık ve bilinç, 1918-1922 yılları arasında sürdürülen Milli Mücadele’nin başarıyla sonuçlanmasında ve yeni Türk Devleti’nin temel ilkelerinin belirlenmesinde etkili olmuştur.
10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması ile Osmanlı Devleti bağımsız bir devlet olma özelliğini yitirirken ve ülke toprakları işgal edilirken Anadolu’da Kuvayımilliye olarak adlandırılan çeşitli direniş örgütleri kurulmuştur. Ankara’da 23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM); milli mücadelenin örgütlenmesini ve tek merkezden yürütülmesini, bağımsızlığın kazanılmasını, ülkenin ve milletin özgürlüğünü ve yeni bir devletin kurulmasını sağlamıştır. 1921 tarihinde hazırlanan anayasada “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” ilkesine yer verilmiş, devlet yönetiminde egemenliğin kaynağı değişmiştir. Egemenliğin tek kişiye değil tüm ulusa ait olduğu görüşü ilk kez bir hukuk kuralı haline gelmiştir. 29 Ekim 1923 tarihinde ise devletin yönetim biçiminin Cumhuriyet olduğu kabul edilmiştir. 18. yüzyılda Amerikan ve Fransız Bildirgeleri ile ortaya konulan devlet anlayışına dayanan bu gelişmeler sonucunda Modern Türkiye’nin temelleri atılmıştır.
Modern Türkiye’nin (Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin) kurucusu Mustafa Kemal Atatürk; yaşadığı çağın bilimsel, toplumsal ve siyasal olaylarını izleyen bir liderdi. Mustafa Kemal’in düşünceleri hümanizme, aydınlanmaya ve pozitivizme dayanır. Hümanizm insanı, aydınlanma aklı, pozitivizm bilimi önemseyen akımlardır. Bu nedenle Mustafa Kemal’in dünya görüşünün temelinde herşeyden önce insan ve insana ait değerler, akıl ve insan aklının ürünü olan bilim vardır.
Mustafa Kemal, düşünce ve eserleriyle modern bir devlet ve toplum oluştururken; yaşadığı çağın ekonomik, siyasal ve toplumsal olaylarından etkilenmiş ve esinlenmiştir. 18. yüzyılda Avrupa’da sanayileşme ve 1789 Fransız İhtilali ile başlayan gelişmeler toplumların ekonomik ve siyasal yapılarını sarsmıştır. Toprak sahipliğine dayanan feodal yapılar çökmeye, tek kişinin yönetimine (mutlakiyete) dayanan krallıklar yıkılmaya, çok uluslu imparatorluklar dağılmaya başlamıştır. Bu gelişmeler sonucunda bireysel hak ve özgürlükleri güvence altına alan demokratik devlet, ulusun egemenliğine dayanan ulusal devlet, eşitlik ve hukukun üstünlüğü ilkesini benimseyen hukuk devleti, inançlara saygı gösteren laik devlet anlayışı ortaya çıkmıştır. Mustafa Kemal’in, “Benim en büyük eserim.” dediği Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin (Modern Türkiye’nin) kuruluşunda bu ilkeler yer alır.