Ocak ayında hükümetin aldığı bir kararla birlikte Liselerde okutulmakta olan Milli Güvenlik Dersi kaldırılmış oldu. Aslında bunun ilk işareti birkaç yıl önce Avrupa Birliği ilerle raporlarında verilmişti. O raporların ilhamı ile olmalıdırki yine son birkaç yıldan beri bu dersin gereksizliği, milli eğitim üzerindeki askeri vesayetin işareti olduğu bu yüzden kaldırılmasının kaçınılmaz olduğunu bazı çevrelerde sıkça vurgulamaya başlamışlardı. Nitekim kaldırılma kararının ardından bu çevrelerde başlayan heyecan dalga dalga artarak yayıldı.
Milli Güvenlik Dersi’nin 28 Şubat darbe döneminde liselerde konulduğu iddiası bir defa tümüyle gerçek dışıdır. Çünkü çok daha önceden beri bu dersler liselerin programında yer almıştı. Bu derse yöneltilen eleştirileri, ders verenlerin görevli (muvazzaf-vazifeli) subaylar olması ve içeriğinde yer alan bilgiler diye sınıflandırılabilir. Çünkü bu ders için liselere öğretmen sıfatıyla gelen subayların özellikle 28 Şubat döneminde öğretmen ve öğrencileri fişledikleri, yönlendirdikleri hatta bazı durumlarda baskı uyguladıkları iddiaları bilinmektedir. Ancak bir ülkenin ordusunda görevli subayların, kendi “vatandaşlarını fişlemek için okullara gidip geldiği” gibi bazı iddiaların görüş diye ortaya atılması her iki taraf için de ibretlik olmalıdır. Çünkü 28 Şubat döneminde bu iddiaların kabulünü gerekli kılan yaygın örnekler artık herkesçe bilinmektedir. Kendi vatandaşında böylesi kanaatlerin yerleşmesini sağlamış olmaları bakımından darbe yöneticileri becerileriyle övünebilir. Çünkü o dönemde yalnızca subayların değil eş ve çocuklarının da komşularının siyasi görüşleri, dini tutumları hakkında bilgi toplamaları yasa dışı bir organizasyon olan batı çalışma grubu tarafından özellikle görevlendirildikleri bilinmektedir.
Ancak meselenin subayların bu darbe döneminde yaptıkları ile sınırlı tutulmadığı anlaşılmaktadır. Başka dersleri Milli Eğitimin kendi personeli olan öğretmenler öğretirken niçin Milli Güvenlik dersinin ısrarla subaylara verdirildiğinin de makul bir açıklaması yoktur. Milli Güvenlik konularına vakıf olmalarından denilse bile bu açıkla yeterli olmayabilir. Çünkü bir Sağlık Bilgisi dersini Sağlık Bakanlığı personeli değil Milli Eğitimin personeli vermektedir. Her ikisi karşılaştırıldığında sağlık Bilgisi dersinin de vakıf olmaları nedeniyle Sağlık Bakanlığı personeli vermeli idi. Anlaşılan odur ki sivil elemanların Milli Güvenlik kavramından içeriğinden yeterince anlamayacakları bu dersin yönetmeliğini hazırlayanlar tarafından kabul edilmiştir.
Milli Güvenlik dersi için liselere gelen subayların fişleme yaptıkları iddiası da iki nedenden rahatsızlık verici olmalıdır. Bir defa fişlemenin yalnızca okula birkaç saatliğine gelen subay tarafından yapılabileceği eğer o gelmezse bu işin de artık yapılamayacağı gibi bir önyargı son derece mesnetsiz ve çocukça bir bakıştır. Fişleme faaliyetini yapanlar muhtemelen çok farklı elemanlarla hemen her alanda üstelik iletişim araçlarının bu ölçüde yaygınlaşması ile birlikte çok rahatça yapıyor olmalıdırlar. Yine bazı çevrelerde öğretmenlerin bile ajan olarak görülme şartlanmışlığının devam ettiği bir dönemde subayların da böyle bir misyonun doğal bir parçası sayılması neredeyse kaçınılmaz hale gelmiştir.
Dersin içeriği hakkındaki eleştirilerin başında ise; “tehdit algısının paranoya haline geldiği, etrafımızın düşmanlarla çevrili olduğu yalanını telkin ettiği” iddiasıdır. (30 Ocak 2012- Yeni Şafak)
Tehdit algısı her ne kadar iç ve dış diye tasnif edilse de etrafımızın düşmanla kuşatılması doğrudan dış düşmana işaret etmektedir. Dostluk ve düşmanlıkların kıyamete kadar sürmeyeceğinin örnekleri dünyada pek çoktur. ABD bir dönem İngiltere’nin sömürgesiydi. ABD, İngiltere’ye karşı savaşarak bağımsızlığını elde etmişti. Oysa bu gün ABD ile İngiltere arasında neredeyse bir aynileşme durumu gözlenmektedir. Aynı durum Almanya Fransa için de söylenebilir. Acaba aynı durum Türkiye’yi kuşattığı sanılan düşmanları için de geçerli olabilir mi?
Eğer Osmanlı dönemi hesaba katılmadan bir tarih değerlendirilmesi yapılırsa şunu teslim etmek gerekir ki, Türkiye; 1919-1922 yılları arasında doğuda Ermenistan’a Batı’da ise Yunanistan’a karşı (elbette bu iki ülkeyi donatıp kışkırtan batılı ülkeleri de hesaba katmak gerekir) savaşarak var olmuştur. Her şeyden önce günümüz genç kuşakları adı geçen ülkelerle niçin savaşıldığını bilmelidir.
Ermenistan ve Yunanistan ile yapılan savaşların nedenleri bütünüyle tarihte mi kalmıştır? Yakın bir zamanda Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan; “gençler biz Karabağ’ı aldık siz ise Ağrı Dağını alacaksınız” diye onlara hedef göstermiştir (26 temmuz 2011 Hürriyet Gazetesi). Yine Ermenistan 1991’de bağımsızlığının ardından yayınladığı “Bağımsızlık Bildirisi”nde Doğu Anadolu’yu “Batı Ermenistan” olarak isimlendirdiği gibi Türkiye’nin sınırlarını da böylece tartışmalı hale getirmeye çalışmıştır. Şimdi Ermenistan’ın bu tutumunun genç kuşaklara aktarılması “bir paranoya” olarak görülemez. Ermenistan’ın bu tutumunun öğrenilmesi ister istemez gereklilikten öteye bir ihtiyaç halini almaktadır.
Hatırlanmalıdır ki Türkiye’nin geçmişte Gürcistan ile de sınır sorunları olmuştur. Selçukluların Doğu Anadolu’ya ilk defa geldikleri 11. yüzyılın sonunda, bölgeyi elinde tutan Bizans’ın Selçuklulara karşı en önemli müttefiki Gürcü Kralları olmuştur. Daha sonra Saltuklular ve Anadolu Selçukluları da Gürcülerle savaşmıştır. Hatta Türkiye’nin Misak-ı Milli iddiası 17 Mart 1921’de Moskova Antlaşması ile kabul edilmişken yine aynı Moskova’nın baskıları ile 13 Kasım 1921’de yapılan Kars Antlaşması ile Batum, Türkiye sınırları dışında kalmıştır. Buna rağmen Türkiye’de hiçbir çevrenin tehdit algısı içinde Gürcistan yer almaz. Batum vb olaylar tarihte olup bitmiş olarak görülür. Aynı durum Ermenistan için verilen örneklerde görüldüğü gibi söylenemez. O halde tehdit algısı içinde Ermenistan’ın bulunması bir paranoya mıdır? Yoksa Ermenistan’ı tehdit algısı içinde görmek mi paranoyadır?
12 Ekim 1912’de başlayan Balkan harbinin yüzüncü yıl dönümündeyiz. 1915 olayları nedeniyle “yaklaşan yüzüncü yıl” diye şimdiden heyecana kapılanlar her nasılsa 1912’nin yüzüncü yıl dönümünü hiç hatırlamamaktadır. Hatta 1821 Yunan isyanından başlayarak 1912’ye kadar Yunanistan-Bulgaristan-Makedonya vb yerlerde katledilen tehcir edilen Türk-Arnavut ve Boşnakların yaşadıkları o büyük felaket hakkında bu çevrelerin bir tek sözü duyulmamıştır. Türkiye’nin Yunanistan/Bulgaristan ile yaşadığı bu ciddi olayın nedenleri ve sonuçları hakkında varsa günümüzdeki etkileri hakkında genç kuşaklara doğru bilgilerin aktarılması bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacı görmeyen bir eğitim, Milli Eğitim olabilir mi? Böyle bir ihtiyacın karşılanması ise gençlerin ideolojik koşullandırılması olarak görülemez.
Günümüz Türkiye’sini var eden tarihi gelişimin doğru olarak gençlere aktarılması ihtiyacı yok sayılarak bunun yerine “gençlerin dünya vatandaşı olacak şekilde” eğitilmelerini istemek büyük bir çelişkidir.
Çünkü Türkiye’de eğitim yoluyla “farklılıklar yok edilerek tek tipleştirme yapılmaktadır” diye şikayetçi olanların, dünya çapında bir tek tipleşmeyi kurtarıcı bir formül olarak savunmaları bir şaşkınlık belirtisidir. Her ülke kendi farkını yok edecek bir dünya vatandaşlığı eğitimi verdiğinde, zamanla o ülkelerin bütün farkları yok olacaktır. Dünya vatandaşlığı denilen şey ise; büyük ölçüde dünyanın sömürgecisi/egemenleri tarafından içi doldurulmaktadır. Halbuki bu çevreler tek tipleşmeyi bir insanlık suçu diye bilmektedir. Zaman insanların şaşkınlıklarını da özlemlerindeki adreslerini de açığa vurmaktadır.
Dikkat edilirse bu çevreler, Milli Güvenlik Dersinin kaldırılması ile birlikte duydukları taşkın heyecanla, gençlerin dost ve düşman algısından, bilgisinden uzak, dünya vatandaşlığı gibi içi boş anlamsız özlemlerle mankurtlaştırılmasını savunmaktadır. Bireyin dostunun, düşmanının olmasının doğallığı kadar, toplumlarında dostları ve düşmanları olur. İnsan beyni hafızası bu bilgilere muhtaçtır. Aksine mankurtluğu kurtarıcı bir formül olarak savunanlar ise içlerinde bulundukları paranoyalarını, şaşkınlıklarını çoğaltmaya çalışmaktadırlar.