Şöyle bir çocukluk yıllarıma gittiğimde aklıma önce ilkokul yıllarım geliyor. Daha çocukluktan kurtulur kurtulmaz okulun yolunu tutup o günün eğitim sistemine göre eğitime başlamıştık.
Öğretmenler mi başarılıydı, biz mi zekiydik yoksa sistem mi düzgündü bilmem ama bugünkü nesilden daha çabuk kavrıyorduk.
Sonraları bilinmez bir el değdi eğitime. “Bu çocukları ezbere alıştırmayın, bu kadar bilgiyi bunlar kaldıramaz” diye ortaya atılan fikir daha sonra meyvesini verdi binlerce öğrenci adı sürekli değişen ve mahiyetinde bir arpa boyu yol alınmayan ÖSS tarzı imtihanlardan tabiri caizse sıfır çekti.
Peki, “Ezberci sistem” diye itelenen sistem nasıl bir öğrenci yetiştirdi?
Neymiş efendim “Fransa’nın yer altı kaynaklarından bize neymiş.” Ege’nin iklimi, Marmara’nın sanayisi, Fuzuli’nin gazelleri, Ziya Paşa’nın taşlamaları, bilmem kimin tablolarını bilmek kimseye fayda vermezmiş. Yaşayarak, yaşartarak öğrenilecek ezbercilikten kurtulacakmışız.
Kimse merak etmesin kurtulduk efendim. Kimsenin bir şey ezberlediği yok artık. Aslına bakılırsa bir şey bildiği de yok. Nasıl bilsin? Madem ezberinde tutamıyor, bazı şeyleri nasıl öğrenecek?
Mesela “a” harfi nasıl ezberlenmeden bilinir?
Bugün altıncı sınıfa gelmiş ve okuması son derece zayıf öğrenciler var. Bunların hepsi de “hormonlu” yiyeceklerden olmadı her halde. Bizim zamanımızda birinci sınıfın sonunda kalmaz herkes okur-yazar olur, üçüncü sınıfta ise düzgün bir şekilde okunurdu. Sınıf yükseldikçe ilk gördüğü kelimenin telaffuzunda biraz zorlanır, ikinci okumaya ona da alışılırdı.
Diğer konular da aynıydı. Bir okuldan sene bir veya iki kişi biraz noksan olur, o da açık ara noksan olmazdı. Şimdi ise her sene bir iki kişinin başarısına sevinir olduk. İyi de bunlar ezberlemiyorsa neleri öğrenmişler?
Demem o ki ülke insanının ya gittikçe kavrama seviyesi düşüyor, ya da sistemde bir bozukluk var. Üçüncü ihtimali söylemek her babayiğidin harcı değil. Orasını şimdilik bir kenara bırakalım. Çünkü bu suyla çok hamur olur. Olur, olmasına da hamur cıvıklaşırsa halimiz harap olur.
Biz biraz derin konulara girince “Mevsimler Şeridi” kaynamasın.
Efendim bu Mevsimler Şeridi son derce saçma bir tasnif olmuş. Kim akıl ettiyse. Ya da kime akıl ettirdilerse.
Türkiye gibi Oğlak ve Yengeç dönenceleri arasında olan güneye ve kuzeye yakın yerlerde toprakları olan, bazen bir günde dört mevsimin yaşandığı bir ülkede Mevsimler Şeridi olur mu hiç. Mesela “Mart” ayı ilkbahara dâhil. Söyleyin şimdi ülkemizde “Mart” hangi bölgelerde bahara, hangi bölgemizde kışa benziyor.
Üstelik resmi takvim olan miladi takvime göre Mart ayı Rumi aylara göre 13 gün önce giriyor. Eskiler bu takvimi kullanıyorlarmış Miladi takvime göre ayın 14’ü Rmi takvime göre ay başı. Yani gerçek bahara Rumi takvim daha çok benziyor. Buna rağmen “mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” sözü de eskilere ait. Yani Miladi takvim Mevsimler şeridine göre sınıfta kalmış vaziyette.
Biz sadece mart ayını örnek verdik. Ya Nisan ayına ne demeli? Karadeniz’in Nisanı ile Akdeniz’in Nisanı aynı mı?
Böyle bir ucubenin okullardan kaldırılması isabetli olmuştur.
Yoksa öğrenci aylara bakarak iklim öğrenmeye kalkarsa sapla saman birbirine karışır. Ha diyeceksiniz ki meteoroloji ne işe yarar.
Eskiden meteoroloji mi vardı. Dedelerimiz bazı şeyleri kendi tecrübesiyle kendine yetecek kadar biliyordu.