Gönül göklerinin parlak yıldızıdır Mevlâna… Karanlık gecelerimize dolunaydır. İçimizin üşüdüğü demlerde gönlümüzü ısıtan güneştir. “Hazret-i Pîr, Hüdâvendigâr ve Mollâ-yı Rûm” sıfatlarına haizdir. Mevlânâ Celâleddîn, BahâeddînVeled’in goncasıdır. Bu gonca Seyyid Burhaneddin ve Şems-i Tebrizî’nin elinde açarak iri bir güle dönüşmüştür. Hayatını ‘Hamdım, piştim, yandım’ sözleri ile özetleyen Mevlânâ, bir gönül adamıdır. Çocukluk yıllarını Belh’te geçiren Mevlânâ, daha sonra Selçuklular devrinde zamanın en büyük ilim ve medeniyet merkezlerinden biri olan Konya’yı kendisine vatan etmiştir; ömrünün sonuna kadar da burada yaşamıştır. O, Sultan Veled ve Alâaddin Çelebi’nin sevgili babasıdır.
Tarihî bilgilerimizi yokladığımızda Mevlâna’nın yaşadığı dönemde Anadolu Selçuklularının resmî dilinin Farsça olduğunu görürüz. Sırf bu yüzden Mevlânâ, zamanın modasına uyup eserlerini Farsça yazsa da; o, Fars kökenli değil, öz be öz Türkoğlu Türk’tür. O, eserini Farsça kaleme almış olmasına rağmen evinde Farsça konuşmuyor, Hakanî Türkçesini kullanıyordu. İranlılar onun Farsça yazmasından yola çıkarak, bunu kendilerince bir delil sayarak, bu kıymetli Türk büyüğünü elimizden almaya kalkmışlardır. Sadece İranlılar sahip çıksa iyi; Afganistanlılar da Mevlânâ, Belh’te doğdu diye onu kendi milletlerinden saymaktadırlar. Fakat tarihî gerçekler onun Türk olduğunu göstermektedir. Bunun da ötesinde kendisinin kaleme aldığı şu şiir, bunu açıkça ortaya koymaktadır: “Yabancı bellemeyin beni, ben de bu ildenim,/Sizin vatanınızda kendi yurdumu aramaktayım,/Her ne kadar düşman gibi görünsem de, düşman değilim,/Her ne kadar Farsça söylesem de, aslım Türk’tür benim.
” Zamana meydan okuyan şiirlerin şairi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, zamanı ve mekânı aşarak günümüze ulaşmıştır. O, yedi asrı aşkın bir zamandan beri şiirleriyle gönüllerimizde taht kurmuştur. O, yüce Rabbimizin tecelligâhı olan gönlü yüceltmiş, onu insanî duyguların merkezî olarak kabul etmiştir : “Bu dünya su küpü, gönülse ırmak… Bu dünya oda, gönülse şaşılacak şeylerle dolu bir şehir…”, “Toprakta yeşeren gül bahçesi yok olur, gönülde yeşeren gül bahçesi ise ne hoş…”, “Bil ki lezzet içtendir dıştan değil. Köşk ve saraylar arzu etmeyi ahmaklık bil”, “Gönül ovasına girmek gerekir, zira dünya ovasında ferahlık yoktur. Dostlar! Gönül emin yerdir. Orada pınarlar, gül bahçesi içinde gül bahçesi vardır.
” Peygamber Efendimizden sonra en çok sevilen fânilerden biri de yüce gönüllü Mevlânâ’dır. O, her çağda ilgileri üzerine çekmiş, sevgide doruğa ulaşmıştır. Onu; şiirlerinde, hikâyelerinde ve romanlarında anlatanlar, onu tarif etmede sözün kifayetsiz olduğu gerçeğini kabullenmiştir. Mevlânâ’yı şiirine konu edinenlerden biri olan Arif Nihat Asya, bu engin sevgiyi şu beyitlere sığdırmaya çalışmıştır: “Yeter ey günlerin mûnadisi,/Yeter artık günün taaddisi/ Sen nasıl seslenirsin ey nâra/Uyuyor Şehri yâr-ı cûndisi/Elverir gıllugîş teâtisi/Ki bu vadi sükût vadisi.” İranlı Filozof Molla Câmi, Mevlâna için “Nist Peygamber veli dâret kitap” (Peygamber değil; amma kitabı var) diyerek ona olan hayranlığını dile getirmiştir. Alman şair Goethe, Mevlânâ’yı dünyanın en büyük mistik şairi olarak nitelendirmiştir. Pakistanlı şair ve düşünür Muhammed İkbal “Mevlânâ, aşkın rehberidir./Sözleri susuzlara çeşme/Vücudu vecd-ü heyecandır” diyerek onun ruh iklimini tasvir ediyordu. Büyük Fransız muharriri Maurice Barres: “O, öyle bir şair ki, sevimli, âhenktar, âteşin ve müfrittir. O öyle bir dehadır ki, ondan ıtır, nur ve biraz da garabet intişar eder. Bana göre şevk, ışık ve neşe âleminin habercileri olan şairlerin, bu ilâhî insanların hiç birinin hayatı Mevlâna Celâlüddin’inki ile ölçülemez. Onun semâ’ ve teganni yüklü şiirini ve mektebini gördükten sonra Dante’nin, Shakespeare’in, Goethe’nin, Hugo’nun eksik kalan taraflarını fark ettim.” diyerek onu övdükçe övmüştür. Daha bunun gibi nice mümtaz örnekler sayabiliriz.