Köyün erkekleri, çifte çubuğa gitmedikleri günlerde“Sabah ekmeği” dedikleri kahvaltıdan sonra kahvehanelere koşarlar, kindi vaktine kadar birbirleriyle yarenlik eder, çoğunlukla karınlarının acıktığını bile fark edemezlerdi. Sohbetten kalkabilenler hızlıca evin yolunu tutar, öğle yemeğini de ikindi sonu günbatımından az önce yiyip yeniden köy meydanına gelirlerdi.
Bu yüzden Çelemli Köyü’nde insanlar yemeği iki öğüne indirmişti. Bazı erkekler ise bütün öğünlerini köy meydanında yerdi. Herkes gibi Mestan da, ikindiye doğru eve gidecekti. Çok acıkınca kasaptan taze bir koyun ciğeriyle biraz erkence evin yolunu tuttu. Sokak kapısından davudi, bas sesiyle” Vecibeeee! Nerdesin ulan, yetiş, al şunu pişir!” diye bağırdı. Vecibe koşarak geldi, ciğeri alıp götürürken arkasından bağırdı “Çabuk ol, çok acıktım ben” …
Vecibe, ince uzun boylu, yuvarlak yüzlü, değirmi kaşlı, beyaz tenli akça pakça bir kadındı. Güzel sayılırdı. Eskilerin “Aşırı” dedikleri uzak köylerin birinden gelin gelmişti. Aslında “Getirilmişti “demek daha doğruydu ya… Görücü usulüyle evlendirilmeden önce Mestan’ı bir defacık görebilmişti. Fakir aile kızını, öksüz Mestan’a layık görmüşlerdi. Evlenirken bahtına kim çıkarsa… Vecibe’nin bahtına da Mestan çıkmıştı. Kim aracı olup ta Vecibe’yi Nemrut gibi ateşe attı bilinmez… Mestan, kadınların “kaderimse çekerim” diye katlanabileceği türden bir kişi değildi. Tıknaz, kilolu, kırmızı yüzlü, aksi, huysuz, bencildi. Çocuk yaşında öksüz kalmış, el kapısında çalışarak büyümüştü. Küçüklüğünde çok ezilmişti. Hayatına damga vuran olumsuzlukları çocukluğunda aramak gerekiyordu belki de… Kahvede yalnız başına oturur, kimseyle pek konuşmazdı. Huyu böyleydi. Konuşsa da sohbeti beceremez, dinleyenler sıkılırdı. Çoğunlukla tok konuşur, bazen de kırıcı olurdu.
Gençliğinde el âleme yevmiyeye giderek geçimini sağlamıştı. Ne iş olsa yapardı; karpuz toplama, buğday biçme, harmanlarda ekin savurma… “Mestan’ın iyi bir yanı, temiz bir huyu yok mu?” diyenlere ”İnanılmaz derecede temizliği, hastalığa varan titizliği” gösterilebilirdi. Ağaçların altına düşen tek bir yaprağa dahi tahammül edemez, hemen bağırırdı “Kız Vecibe, çabuk o yaprağı süpür oradan”…
Vecibe de temizlik konusunda Mestan’dan aşağı kalmazdı ama onunki hastalık derecesinde değildi. Başına örttüğü beyaz yan bezi daima kar beyazı, üzerindeki altı üstü aynı çiçekli pazenden elbisesi sakız gibi tertemizdi. Vecibe, odun ateşinde taze ciğeri pişirip kocasının önüne koydu. Mestan soğan da istedi. Ne söylerse Vecibe emir telakki edip harfiyen yerine getirmeye gayret ediyor, aksi kocasının sinirlenmesine fırsat vermemeye çalışıyordu.
Eli de çabuktu. Öyle olmasa belki daha büyük sıkıntılar yaratırdı kocası. Mestan, köy ekmeğinden büyükçe bir parça koparıp tavanın dibindeki yağı da sünger gibi emdirerek ağzına attı. Güçlü çenesi bir iki hareketle yiyeceği ezip aşağıya yolladı. Üstüne yeni kalaylı tastan suyu içer içmez geğirdi. Vecibe sofrayı kaldırdı. Mestan hep böyle yapardı. Sucuk olsun et olsun kadına pişirtir, kendi doyar, artarsa Vecibe de yerdi. Bugün artmamış, payına sadece kavurduğu ciğerin kokusu düşmüş, bu kokuyu bol bol içine çekmekle yetinmişti…
Mestan, gün batımına kadar iki odalı, tek katlı, gösterişsiz ama temiz köy evinin önünde oyalandı. Oturduğu yerden talimatlar yağdırıyor, her şeye karışıyordu.”O yerlere düşen yaprakları süpür. Çaputları kaldır fırının önünden. Vecibe elektriğimi getir!”. Vecibe üç pilli el fenerini getirdi. Mestan, feneri sıkı bağladığı uçkurunun arasına silah gibi sokarak mesaiye giden işçi gibi kahvehanenin yoluna koyuldu. “Vecibe, bu akşam erken gelirim. Ben gelene kadar yatağı iyice ısıt!”. “Tamam” dedi kadın. Herifinin arkasından uzun süre baktı, iç geçirdi ” Bana eziyet de etse adamımı kıyamam yine de… O başımda olmazsa ben ne yaparım, kime sığınırım”. Kimi, kimsesi yoktu Vecibe’nin. Bir kardeşi vardı hayatta. O da çıkıp gelmezdi, gelip halini hatırını sormazdı, soramazdı. Birkaç köy uzaktaydı ama gelecek parayı bulamazdı.
Kendine bakmaktan acizdi. Zavallıydı biraz. Sefildi. Dediği gibi ‘kahve dağılımını’ beklemeden eve geldi. Vecibe, erken yatmış, kocası gelmeden yatağı ısıtmaya çalışmıştı. Sadece şapkasını çıkarıp yanına uzandı “Hepsini kendine dolamışsın” diyerek hızlıca çekti yorganı kendine… Yarı aç yarı tok yatan kadının bari sırtı pek olsaydı… Yorganın ancak bir ucu kalmıştı zavallıya. Bu arada ayağı Mestan’ın ayağına değdi. Adam, rahatsız edilmeyi sevmezdi. Elinin tersiyle kadına bir tokat salladı. Vecibe alçacık karyoladan yere düştü. Sabahleyin, huysuzluğu yine üstündeydi.
Vecibe’ye tulumbanın kolunu her zaman yukarıda bırakmasını söylerdi. Su çekmek istediğinde hemen bastırıp çekmeliydi. Kadıncağız o gün kolu aşağıda bırakmıştı. Yanına çağırdı, vurmaya başladı ”Ben sana kaç sefer söyleyecem ulan bu kol yukarda kalacak diye”. Güçlü kollarıyla boynundan yakaladı, yere bastırdı, birkaç tokat vurdu, hırsı bir türlü geçmiyordu.
Olayı seyreden komşu kadınlara döndü bu sefer “Yanınıza gelirsem Allah yaratmış demem alimallah! Sizi de eşek sudan gelinceye kadar döverim ha. Kaçılın oradan ulan!”.Kadınlar birbirini ezercesine, bahçe duvarına sürtünerek, yerde emekleyerek evlerinin önüne kaçıştılar. Kocaları, kadınların durumuna gülüştüler… Ogün Vecibe ekmekleri pişirmiş, sonra da banyo yaparak fırının içindeki “pocar” denilen küllü közlerle saçını kurulamak istemişti.
Mestan bağırdı ”Sür onları fırının içine ulan! Gelmeyeyim yanına. Kapağı da kapat. Kurulamayacaksın başını. Öylece kuruyacak, kendi kendine”… Her gece olduğu gibi o gece de Vecibe yatağı ısıtmış, kocası kahvehaneden biraz geç gelmişti. Mestan uyuyamıyordu. Çinko kaplı köy evinin çatısından bir tırmalama sesi, sürtünmeyle karışık gıcırtılar geliyordu. Kedi koşuşturması, cin düğünü gibi bir şey… Sanki birileri geziyordu tavan arasında.
Mestan bağırdı ”Çık bak ulan ne var bak bakalım yukarıda?”. Vecibe titriyor, çok korkuyor ama kocasından daha da çok korkuyordu. “Kırk katır mı kırk satır mı?”misali; ister istemez tahta merdiveni evin arkasına dayayıp çatıya çıktı. Ödü patlayacak gibi oldu. B ir an sendeledi, az daha düşüyordu. Rüzgâr kaval çalıyordu sanki. Nar ağacının dalları çatıya sürtünüyordu. Yazdan kalan kuru narlar “tık… tık…” çinko çatıyı dövüyordu. Aşağıya geldi “Merak etme herif, ağacın dallarıymış” dedi. Mestan “Ne duruyorsun o zaman. Kessene onları. Al tahrayı eline, çık çabuk çatıya!”. Korkunun ecele faydası yoktu. Söyleneni yaptı kadın, çaresiz… Mestan’ın kahvehaneye gittiği günlerden birinde komşularını çağırdı. Dut ağacının altına hasır serdiler.
Çaylar demlendi. Kısır, köfte yapıldı. Mestan gelene kadar epey vakitleri vardı. Vecibe yakınıyordu “Anacığım, ben bizim bu adama hayatta yaranamadım. Ne yapsam ne etsem memnun olmuyor. Her şeye kızıyor, beni göze göstermiyor. Ben de elin bir garibiyim. Anam yok babam yok. Artık canıma tak etti. Yettiyse yetti artık!” Hatice teyze sakince dinledi ”Kızım sen de bırak git bu adamı. Var git memleketine.
Kardeşlerin bakar sana.” “Benim kimim kimsem yok ki Hatice Abla! Kime gideyim? Bir kardeşim var. Oda kendine bakmaktan aciz, garip, gariban. Bir ipini çeksen kırk yama dökülür üstünden.” Sohbetin üzerine cilveli, alımlı, esmer güzeli, komşusu Aysel geldi.
Vecibe derdini ona da anlattı. İçini bir güzel döktü. Aysel başını geriye atınca çemberi sıyrıldı, simsiyah kâkülü, bilek kalınlığındaki örgülü saçları ortaya çıkıverdi. Şuh gülüşüyle, edalı, cilveli göz süzerek” Vecibe Abla kız, sen adama kadınlığını gösteremiyorsun besbelli. Cilveli olsana, ona güzel görünsene! Adamların anladığı tek şey malum… Çekici ol, boyalan, cilalan biraz ablacığım! Mestan’a nasıl güzel görünmesi gerektiğini ayrıntılarıyla anlattı Aysel.”Sana benim boyalarımdan da veririm. Hatta yarın gelir, seni ellerimle süslerim.
Kocan kadın görsün, görsün de sana nasıl değer vereceğini öğrensin. Göreceksin aklı başından gidecek” Vecibe gelin olalıdan beri boyayla süslenmemişti. O zaman buğday tanelerini yakıp rastık çekmişlerdi kaşlarına. Gözlerine sürme çekip yanaklarını da pembe boyamışlardı. Gelin teliyle saçlarını süsleyip, ellerine kına yakmışlardı.Adet olduğu üzere küçük, parlak, ışıltılı pulları gelinlerin yüzlerine yapıştırırlardı.
Vecibe’nin de yüzüne de pul yapıştırdılar.Yapıştırma iş o zamanlar yumurta akıyla yapılırdı. Çok güzel bir gelin olmuştu. Herkes ona bakıyordu. Bir tek Mestan memnun olmamıştı düğün gecesi. Gelin yumurta kokuyordu. Mestan bağırdı ”Git yüzünü yıka da gel!” Aradan yirmi yıl geçmişti. Belki yumurta kokusunu da unutmuştu kocası. Aysel allık, rimel, likit, ruj getirdi. Vecibe’nin gelinliğinden kalma büfesinin aynasına bakarak süslendiler. Acemiydiler. Aysel’in yardımı da olsa allığı fazla kaçırıyorlar, likidi çekemiyorlardı. Ruj kıpkırmızıydı. Öyle “Batan güneş, Madrid gülü, çöl rüzgârı, fuşye gibi ruj tonlarını bilmiyorlardı.
Vecibe’nin incecik dudakları kapkalın olmuş, gözleri büyümüş gibiydi. Aysel de süsleniyordu “Kız abla sesin bahanenle bende süslendim. Hasan Ağan da memnun olacak sayende” diye çapkın çapkın güldü. Ben gidiyorum. “Mestan Abi gelirse görmesin. İyi şanslar sana”. İkindi üzeri kış yağmuru şiddetini biraz daha arttırmıştı. Mestan iki kilo toz şeker almış, bakkal da kese kâğıdına koymuştu. Her ne kadar kaput denilen kalın pardösüsüyle gizlemeye çalışsa da ambalajın ıslanıp erimesine, toz şekerin zarar görmesine engel olamamıştı. Sokak kapısından bağırdı “Kız Vecibeee!. Nerdesin ulan. Koşsana, yetişsene. Al elimden şunu”. Vecibe koşup şekeri aldı.
Mestan’nın şapkasının siperliğinden sular süzülüyordu. Eskilerin deyimiyle ”Pipiriga” gibi olmuş, suya batıp çıkmış ördeği andırmıştı. Ancak içeriye geçip üstündekileri çıkarınca kadının boyalanıp süslendiğini fark etti ”Bu ne kız böyle ”diye bağırdı. Vecibe kekeleyerek ”Sana süslendim. Ho…Ho…Hoşuna gider bellediydim”…Adamın kanı beynine sıçramıştı.Her yumrukta zavallı kadının başı duvara vuruyordu.Hırpalarken söyleniyordu” Ben Adana’da kötü yerlerde böyle kadınlar görüyordum.
Çok gıcık alıyordum. Kötü kadınlara benzemişsin ulan!” Mestan yemeğini yerken Vecibe-bu sefer boyadan değil- mor gözlerindeki yaşları gizlemeye çalışarak ”Bu adam için daha ne yapabilirim ki?” diyerek içine doğru ağlıyordu. Çocukları olmamıştı. Vecibe çok istiyordu ama Allah vermemişti. Arkasından ağlayacak bir nesilleri yoktu.
Vecibe’nin çilesinin dolduğu bir gece Allah onu sessizce çekip yanına aldı.Elleri göğsünün üstünde, tam kalbinin olduğu yerde, uyur gibi gülümsüyordu. Ölüm daha önce hiç kimseyi bu kadar güzel göstermemişti Birkaç yıl sonra tek kaldığı üstü eğri, duvarları yana esnemiş köy evinde yalnız yaşarken, kokuların gelmesiyle Mestan’ın öldüğü anlaşıldı. Üzerinden günler geçmişti. Jandarmaya haber verildi. Savcı da geldi. Ölümcül bir mikrop yaydığı gerekçe gösterilerek ceset ve ev karantinaya alındı. Yanına kimse yaklaştırılmadı. Hoş, yaklaşmak isteyen de olmadı zaten. Ceset kireçlendi. Kepçe yardımıyla açılan derin bir çukura gömüldü. Köylüler arkasından bakıp ”Eden bulur. Allah kimseye böyle ölüm göstermesin. Hayatın da ölümün de hayırlısını versin” dediler. Ali Ayaz,
31 Aralık 2017,
Adana