emleketimden İnsan Manzaraları 493
Masal Değil, Gerçeğin Ta Kendisi
TÜRK KAHVESİ
Bir kahve içtim orta şekerli
Falıma baktım
Bakmaz olaydım!
Uzun bir yol görünmüş bana
Gurbet var, ayrılık var
Koca bir canavar açmış ağzını
Türlü türlü tuzaklar…
Biçare kahvecik neylesin
Gönlümde kırk yıl hatırı var.
Bahattin GEMİCİ
(Turnaların Kanadında)
Başka ülkelerde nasıldır bilmem ama bizde öğretmenlerin çoğu, öğrencilerin soru sormasından hoşlanmaz. Oysa her derste mutlaka sorular sormalıdır öğrenci. Yoksa eğitim değil ezberciliktir; yaptığımız iş. Boşa emektir yani. Kurumun adı okul, enstitü, üniversite ya da eğitim fakültesi de olsa
her çeşit düşüncenin özgürce tartışılmadığı her kurum gerçekte bir medresedir.
Doğru mu yanlış mı, ona siz karar verin: Mesleğimin ilk yıllarından başlayarak kendimi “hoca”, “müderris”, dersine girdiğim sınıfın kralı, hükümdarı olarak değil, öğrencilere ve düşüncelerine saygı duyan bir “öğretmen” olmaya çaba gösterdim. Ve hiç pişman olmadım; bu tutumumdan.
İstiyordum ki söylediğim her sözü, ortaya koyduğum her düşünceyi doğru kabul etmesin öğrenciler. Kim söylerse söylesin, kim yazarsa yazsın dinlediği, okuduğu her şeye gözü kapalı evet demesin. Kolay değildi; o güne dek hep aksinin doğru olduğuna inandırılmış gençlere bunu benimsetmek. Yılmadım ama. Zamanla, “Bu konuda ben sizin gibi düşünmüyorum öğretmenim.” deme gücü ve cesaretini gösteren öğrencilerimi görünce nasıl sevindiğimi bilemezsiniz.
60 küsur yıl geçtiği halde beni hâlâ arayıp soran öğrencilerimle bu tür bir duygu ve düşünceyle birlikte yoğurmuştuk tüm dersleri. Ders kitabını baştan sona ezbere bilmenin hiç mi hiç değeri yoktu; benim için. Özellikle mesleğimin üçüncü yılından başlayarak yazılı sınavlarda sorulardan sonra şöyle bir not yazdırıyordum:
“Ders kitabınızdan, not defteriniz, sözlük, atlas ve benzeri yardımcı kitaplardan yararlanabilirsiniz.”
Pek çok okurumun, “Şaka yapıyorsunuz. Olur mu hiç öyle şey? Ne biçim sınav bu? Daha başlamadan sınav, ‘Tüm defter ve kitaplar kapalı olarak sıranın içine!..’ diye uyarır öğretmenler.“ diyeceğini biliyorum. Haklılar tabii. Sınavdaki soruların yanıtları varsa o kitap ve defterlerde, elbette anlamsız olur böyle bir sınav.
Dersleri düşünsel ve eleştirel bir anlayışla işlemeye başladıktan sonra sınavları da bu yönteme uyarlamaya başlamıştım. Hele hele mesleğimin dördüncü ders yılında Ankara Hasanoğlan Atatürk İlköğretmen Okulu’na atandıktan sonra tüm ders ve sınavlarda bu yöntemi uyguladım hep. Girdiğim sınıflarda derse başlamadan önce, yasal olarak uygulamak mecburiyetinde olduğum “Müfredat Programı”ndaki o dersin ‘Amaçları’nı okuyup her paragrafını tartıştık. Sonra, “Bu amaçlara ulaşmak için derslerimizi nasıl işleyelim?” sorusunu bir söyleşi ortamında özgürce konuştuk. Ve sonunda neredeyse oybirliğiyle ezbere dayanmadan soru sorup tartışarak işlemeye karar verdik; derslerimizi.
-2-
Dicle İlköğretmen Okulu’nda çalıştığım üç yıl boyunca Türkçe, edebiyat ve kompozisyon dışında hiçbir derse girmedim. Ödenecek ek ders ücretinden yararlanmamayı da göze alıp Hasanoğlan’da da değiştirmedim; bu tutumumu. Niçin mi? Başka dersler için yeterli görmüyordum; çünkü kendimi.
Sonradan ME Bakanlığına genel müdür olarak atanan Fikret Öztürk, müdür başyardımcısı idi. Müdür Nâzım Esen’den çok o yönetiyordu okulu. Bir gün:
“Erkan Bey, branşınız dışında başka derse girmeme tutumunuzu anlıyor ve saygı duyuyorum. Ancak öğretmen yetersizliğinden dolayı iki sınıfın sosyal bilgiler dersleri boş geçiyor. Öğrenciler gürültü yaparak yan sınıfları rahatsız ediyor. Rica etsem, bu sınıfların derslerini alır mısınız? Zarar yok, ders işlemeyin. Kürsüde oturup gürültü yapılmasına engel olun, yeter. “ deyince iş değişti.
Neden mi? Öğretmen yokluğundan boş geçiyordu dersler. Nasıl, “Hayır, olmaz” diyebilirdim, böyle bir durumda ben! “Bugüne dek hiç girmedim; bu derse ama hay hay, olur” deyiverdim hemen.
Ve o akşam, açtım “Müfredat Programı”nı, açıp dikkatle okudum; “Sosyal Bilgiler Dersinin Amaçları”nı. Okudukça şaşırdım. Tam da benim düşündüğüm, öyle olmasını istediğim şeylerdi yazılanlar. Sözgelişi; “Fransa konusunu işlemekteki amaç, o ülkenin dağlarını, nehirlerini, şehirlerini
ezberletmek değil, niçin orada iklim, tarım, endüstri ve ekonomi öyle de bizde neden böyle sorusunu düşünmek, tartışmak…” diyordu. Tarih ve yurttaşlık bilgisi konuları için de öyle güzel amaçlar vardı ki!.. Oysa benim hiçbir öğretmenim tarihi de öyle işlememişti, coğrafyayı da…
Kim, ben mi ders işlemeyip kürsüye geçip oturacağım? Hiçbir işe yaramadan, bomboş… Tutmayın beni! Zevkle, coşkuyla işlerim; amaçları böyle güzel belirtilmiş bir dersi ben. Okutulan ders kitabını inceledim. Müfredattaki amaçlar gözetilmemiş. Olsun, sorun değildi; bu benim için.
İlk girdiğim sosyal bilgiler dersine de müfredattaki o dersin amaçlarını okumakla başladık işe. Öğrenciler de ilk kez duyuyordu; iki yıldır gördükleri bu dersin amacını. Yalnızca okuyup geçmedik.
Tartıştık, anlamaya çalıştık; her paragrafı. Ve yine şu soruya gelip dayandık: “Ne yapalım, nasıl yapalım da ulaşalım bu amaçlara?” Birkaç ders, bu soruya yanıt aradık. Bulduk ama sonunda.
Öyle bir karar verdi ki öğrenciler, inanamazsınız. Kendileri için en zoru seçtiler. Onlar hazırlayacak, onlar sunacaklardı dersi sınıfta. Ders kitaplarındaki bilgileri tekrar etmeyeceklerdi ama. Soru sorarak tüm sınıfla birlikte işleyip tartışacaklardı; o haftaki konuyu. Atlas, harita, küre gibi var olan tüm ders araç ve gereçleri ile konuyla ilgili yardımcı kitaplarından mutlaka yaralanacaklardı.
Ben mi? Ben arka sıralardan birine geçip oturacak, bir öğrenci gibi izleyecektim dersi. Soru sorarak… Çıkmaz sokaklara girildiğinde yeni bir yol açarak…
“Ama gençler, niçin böyle bir yöntemi seçtiniz? Öteki öğretmenleriniz gibi dersi ben anlatsam, siz hiç soru sormadan sürekli not tutsanız, sınavları da bu notlarla ilgili sorularla yapsam bu sizin için daha kolay olmaz mı?” dediysem de:
“Evet, bizim için daha kolaydır; o yöntem ama bazı şeyleri ezberlemek dışında hiçbir şey öğrenemeyiz ki o zaman. Ve üstelik çok sıkıcı olur; o dersler. Yazık olur; sizin de bizim de onca zamanımıza ve onca emeğimize” demişti; o sevgili gençler.
Benim yerimde olup da nasıl sevmezsiniz; o değerli gençleri!
Benim yerimde olup da nasıl saygı duymaz, nasıl kibar ve nazik davranmazsınız; böyle düşünebilen seçkin öğrencilere!
Sanmayın ki öyküdür, masaldır, hayaldir; bu anlattıklarım. Hayır, hayır! Gerçeğin ta kendisi… Bakarsınız, bir gün o gençlerden biri çıkıp anlatır; o derslerin öyküsünü.
Hüseyin ERKAN
0535 371 74 83