Liberal sol bir siyasal parti, geri kalmışlık sorunumuzu gelenekle modernite, laikle İslam, kenarla merkez arasındaki tali çatışma alanlarından kurtarıp asli bir hürleştirme harekatı üzerine yerleştirirse, otoriter sınırlamaların prangasını ilk defa kırma fırsatını bulabilir
Türkiye’deki cari siyasi yaşama, 2002 seçimlerinden bu yana egemen olan iki büyük sivil politik aktörün varlığından söz edilebilir: CHP’de cisimleşen ulusalcı, izolasyonist ve devletçi bir siyasi sol ile AKP’nin temsil ettiği ve yer yer pre-modern karakteriyle temayüz eden, liberal parfümlü muhafazakâr bir sağ. Bu iki alternatif dışında, bütün evrensel değer ve ilkeleriyle liberal sol çizgide siyaset yapacak ciddi bir seçenek, henüz Türk siyaset ufkunda gözükmüyor. Oysa Türk siyasetini üçüncü dünyacı sol ile demokratlığı kendinden menkul, alaturka bir muhafazakârlık sarmalından kurtaracak olan, liberal demokrat bir sol partinin siyaset sahnesinde yerini almasıdır. Çünkü böyle bir partinin taşıyıcısı olduğu ideolojinin, kimliksel savaş ve çatışmalara karşı panzehir olarak çağımızın kabul edilebilir en önemli fikri paradigması olduğu aşikârdır.
Ulusal kimlikler ve milli seferberlikleri, demokratik akla önceleyen yaklaşımlar üzerinden giderek artan oranda kabul gören ulusalcı bakış açısının insanlığı yeni bir kitlesel faciaya götürmesinin engellenmesi ancak liberal bir sol açılımla mümkün olabilir. Bunun için de sivil toplum örgütlerinin gelişimine uygun zeminler yaratılarak, devlet karşısında sivil alanının genişletilmesinin demokrasi açısından gerekliliğine dikkat çekilmesi ve devlet ile dini otoritenin bireyleri sınırlandırmasının sakıncalarının ortaya konulması gerekiyor.
Kavram kargaşası
Liberalizmle ilgili açıklamalara geçmeden önce belirtmek gerekir ki, siyaset ve ondan mülhem kavramların gündelik, konjonktürel anlamlarıyla sınırlandırılması gayretkeşliği, onları temel felsefi tözlerinden soyutladığı ölçüde kendi fikirlerimiz yararına yapılan ciddi bir manipülasyon eylemidir. Liberalizm, bireycilik, demokrasi, din, küreselleşme ve ulus-devlet kavramlarına ilişkin yapılan Türkiye’deki tartışmalarda da genellikle durum pek farklı olmuyor ve içeriği izaha muhtaç bu kelimelere kategorik manada yapılan bir takım genellemelerin formülasyonu için müracaat ediliyor. Kanımca liberalizm konusundaki kavram karmaşası da bu bağlamda bir yeniden değerlendirmeyi fazlasıyla hak ediyor.
Genel bir çerçeve çizmek açısından modern zamanlar dünyasında sosyalizm ve muhafazakârlık karşısında liberalizmin ayırt edici zihni pozisyonunun temelinde, sivil ve siyasi özgürlüklerin azami seviyede genişletilerek, devletin bireysel özgürlük sahasına kural olarak müdahale etmemesini öngören, aydınlanmacı ve eşitlikçi bir ideolojik anlayış yatar. Robert Nozick gibi liberteryenler de dahil olmak üzere anarşizmden farklı olarak devlete değil, ideolojik anlamda devletçiliğe karşı olan liberalizmde kişilere, ne devlet ve toplum adına, ne de diğer bireyler tarafından bir takım genel geçer doğruların dayatılması kabul edilebilir, ki bu, çok boyutlu beşeri yaşamı kuşatma iddiasındaki kül bir kurucu aklın apriori olarak imkansızlanması ve reddi anlamına gelir. Liberal teoride özgürlükler hakları kullanma konusunda geniş yetkiler yanında sorumluluklar da getirir; zira etik açıdan ancak özgür olan bireyler, serbest iradelerinden sadır olan eylemleri dolayısıyla sorumluluğa sevk edilebilirler. O halde liberalizmin münhasıran, topluma karşı hiçbir kolektif bilinç ve sorumluluk taşımayan atomik bireylerin mutlak anlamda özgür olduğu “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler”ci vahşi kapitalist bir teorik yaklaşımı içerdiği iddiası bilimsel gerçeklerden uzak, ideolojik bir karşı önermedir.
80’li yıllarda Türkiye’nin, 90’larda ise eski Doğu Bloku devletlerinin bizzat yaşayarak tecrübe ettikleri üzere, asgari sosyoekonomik gelişme düzeyi bakımından yeterli bir standarda ulaşamamış ülkelerin, hiçbir ön altyapı hazırlığına girişmeden, devletçi merkezi ekonomiden piyasa ekonomisinin doğal şartlarına ani geçişte bulunması, ortaya, hukuki ve etik açıdan kuralsızkanunsuz vahşi kapitalist bir pratiğin çıkmasına neden oldu ki, esas problemi liberalizmde değil, burada aramak gerekir. Güçlü bir merkezi devlet geleneğine sahip olan Türkiye’deki cari siyasal sistemin genel anlamıyla liberal bir orijine sahip olmadığı bilinmekle beraber, bu durum son tahlilde, ülkenin sosyoekonomik olarak reel modernleşme süreçlerini yaşamaya geç başlamış olmasından kaynaklanıyor. Bu geç kalışın sonucu, devletin uhdesi ve tekelinde bulunan iktidar ve otoriteyle doğrudan bir mücadele içerisine girebilecek olgunlukta, bağımsız bir burjuvazinin ortaya çıkmamasıdır ki, devlet merkezli olmayan sivil bir özgürlükçü alanla, birey eksenli hak anlayışının bir türlü teşekkül etmemesinin temelinde de bu durum yatar. Resmi paradigmanın, vatandaşın özel alanına, düşüncesine, ifade hürriyetiyle bireysel tercihlerine pervasızca müdahalede bulunan, demokratlığı ve liberalliği kendinden menkul, cumhuriyetçi bir otoriter devlet anlayışını kolayca benimseyip sürdürebilmesi, işte bu sosyolojik arka plan nedeniyledir.
Eğer liberal bir sol siyasal parti, hazırlayacağı program ve sürdüreceği uygulamayla göreceli geri kalmışlık sorunumuzu, gelenekle modernite, laikle İslam, kenarla merkez arasındaki tali çatışma alanlarından kurtarıp da, özel olanı kamusal karşısında hem ekonomik hem de politik ve içtimai olarak egemen hale getirmek üzerine kurulu, asli bir hürleştirme harekatı üzerine yerleştirirse, ülkemize özgü tarihsel ve toplumsal sosyolojinin yarattığı otoriter sınırlamaların prangasını ilk defa kırma fırsatını bulabilir. Türkiye hâlâ böyle bir dönüşümü gerçekleştirecek siyaseti ve onu her şart ve kayıt altında sahiplenecek sol partiyi arıyor. Not: Bu yazım ilk kez 30.12. 2007 tarihli Radikal Gazetesinde yayınlanmıştır.