İlkokul öğretmenimin sık sık tavsiye ettiği kütüphanede okuduğum masal ve hikaye kitaplarının kahramanlarıyla hayal dünyamda dost olurdum hatta yaşardım onları… Bazen bir kuğu sırtında Kaf Dağ’ına uçardım; bazen prens ve prensesi canavarın elinden kurtarırdım. Ama en çok da Alp Dağları’nın yamacında papatyalar arasında kuzularıyla birlikte hop hop hoplayan sevimli kız Heidi olurdum kütüphaneden çıkarken.
İlkokul dördüncü sınıf karnelerimizi aldığımda babam bana ödül olarak altın bilezik almıştı. Bilezik hoşuma gitmiş olsa da benim asıl istediğim başkaydı. Beni çok etkileyen Heidi gibi yaşamak istiyordum yaz tatilimde. Hayallerimi gerçekleştirmek için babamdan bir kuzu almasını istemiştim. Annem titizlenerek “Sizin işiniz yetmiyormuş gibi bir de kuzunun pisliğini çıkartmayın başıma!” diye karşı çıkmıştı; ama iyi bir hayvan dostu olan babam, annemden gizlice göz kırpmıştı bana,”tamam alacağım” dercesine.
Bir akşam üstü babam otobüsünü kapımızın önüne getirince anlamıştım içinden önemli bir şey çıkacağını. Kucağında minicik bir kuzuyla kapıdan indiğinde dünyalar benim olmuştu. Babam sözünde durmuş, tıpkı kütüphanedeki hikaye kitabında okuduğum Heidi’nin kuzusuna benzer bir kuzu getirmişti evimize.
Şardağının eteklerinde etrafı gül ağaçları ve selvilerle çevrili minik bir bahçenin içinde tek katlı kerpiç bir evde oturuyorduk. Bir kaç basamak merdivenle çıkılan küçük bir balkondan girilirdi evimize . Önce bir antre; antrenin hem sağında hem solunda iki odamız vardı sadece. Odalardan sağ taraftaki misafir odasıydı. O raya her zaman uğranmazdı. Sol taraftaki oturma odamızın içinden mutfağa ve oradan da tuvalet, banyo ve odunluğa geçiliyordu. Odalarının iç içe olması titiz olan annemin hayatını zorlaştırıyordu.
O gün evimizin yeni misafiri için odunluğun bir köşesine yatacak yer hazırlamıştı babam. Minik kuzum için otlarla, yapraklarla döşeli yatak hazırdı. O günden sonra bahçede kardeşlerimle birlikte kuzumuzun etrafında pervaneydik artık. Henüz bir bebek olan kara gözlü kuzumun bize alışması zor olmamıştı. Aramızda koşuyor, sekerek bizimle oyun oynuyordu adeta. Akşam olup hava iyice kararınca onu kucaklayarak yatacağı yere götürüyordum.
Bir süre sonra babam iki tane daha kuzu getirmişti annemin tepkilerine rağmen.
Bir tanesini bile hayal edemezken üç tane kuzum vardı artık. Hayallerimi gerçeğe dönüştürme vaktiydi benim için. Sabahleyin daha kimse uyanmadan%% onlarla birlikte yanıma aldığım azığım ve kitabımla Şardağı’nın eteklerinde otların, çiçeklerin yoğun olduğu yerlere nasılsın . Kuzularım zevkle otlanırken ben de Heidi olup kır çiçeklerinin arasına uzanarak kitabımı okuyordum. Acıkınca yanımda getirdiğim peynir ekmek, üzüm gibi yiyeceklerimden yiyerek eğleniyordum kendi kendime. Güneş tepede yükselip yakıcı ışıklarını göndermeye başlayınca kuzularımla dönüyordum eve. Annem ev işiyle ve küçük kardeşlerimle uğraşmaktan fark etmiyordu benim yokluğumu. Bu yaptıklarımı babam duysaydı kıyameti koparırdı anneme. Çünkü eski hapishaneye yakın yerlerdi kuzularımı otlattığım yerler. O dönem in-cin top oynardı oralarda ama ot ve çiçek boldu. Ben hayallerimi gerçekleştirdiğim için çok mutluydum. Her ne kadar Alp Dağları, Büyükbaba ve Peter yoktu ama Şardağı’nın eteklerinde kuzularımla, papatya ve gelincikler içinde kendimi Heidi gibi hissediyor ve masal dünyasında yaşıyordum.
Her akşam onlara ellerimle hazırladığım karpuz kabuğu ve ıslatılmış arpadan oluşan yemlerini yedirip, sularını içirdikten sonra oynamaya başlıyorduk. Üç kuzum bir ay kadar sonra öyle büyümüşlerdi ki; artık kucağımızda taşıyamaz olmuştuk. Onları yatacakları yerlerine sokmak için önce evin içinden geçecekleri güzergâhtaki halıları topluyor, ondan sonra itekleyerek geçirtiyorduk yerlerine. Sabah çıkartırken de yine aynı işlemi yapıyorduk. Sonra geçtikleri yerleri silmeye gelirdi sıra. Anneme söz verdiğim için aksatmadan kuzularımın işlerini çoğunlukla ben yapardım. Bazen kuzular yerlerine geçerken kara tanelerini döktüklerinde annemin çığlıkları artardı. Akşam üzeri kapı önünde kuzularımızla oynamanın bıraktığı tat, mutluluğun ta kendisiydi. Hele de “deli kuzu” muzun babamı bizden kıskanması yok muydu. Babamı uzaktan görünce kuyruğunu sallayarak koşması, babamın ellerine zıplayarak tos vurması, döne döne oynaması..
Eylül ayı yaklaştığında otlar artık sarıydı. Ancak kuytu yerlerde kalmıştı yeşillikler. Taşların, kayaların aralarında kalan yeşil otları toplayarak kuzularımı beslemeye başlamıştım. Yağmurdan kuzularımı korumak için evden battaniye çıkartıp üzerlerine örtüşüm; bunu gören annemden payımı alışım yıllar boyu gülerek anlatılacaktı. Evimizin elli metre ilerisinde kanalizasyon için dikey durumda birbirine bitişik nizamda bekleyen büzlerin içinde uzun ve yeşil otların büyüdüğünü gördüğümde hazine bulmuştum sanki. Büzlerin üzerlerine çıkıp, dizlerimi birisine dayayıp diğerinin içine uzanarak otları toplamaya bayılıyordum. Bir sabah yine erkenden büzlerin üzerine çıkıp içlerine eğilerek ot topluyordum ki; dikkatsizliğim sonucu ayaklarım kaymış, kurbağa oturuşu pozisyonunda büzün birinin içine düşmüştüm. Kendi başıma içinden çıkmamın imkânı yoktu. Kimse ne duyar ne de görebilirdi beni. Dizlerim kırılacak gibi ağrımaya başlamıştı. Son bir ümitle avazım çıktığı kadar – okuduğum masallardaki gibi- “imdaaat! İmdaaaat! ” diye bağırışımı camiden gelen Türabi Amca duymuştu sonunda. O bana ” Kimsin sen?” dedikçe, ben “imdaat” diye ses vererek yerimi belirtiyordum. Sesimin yönünde beni bulan Türâbi Amca, beni borunun içinden çekip çıkartamıyordu. Bacaklarımı kendi ellerimle sıkıştırıp hacmimi daraltmış, beni kol altlarımdan çekmesini istemiştim ondan. Bu yöntemi bir kaç kere deneme sonrasında kurtulmuştum salimen. Kuzularım uğruna pek çok macerayla geçirmiştim koca bir yazı. Biraz oyuna dalsam kayboluyorlar ve mahalle mahalle arıyordum onları.
Kuzularımla geçirdiğim rüya gibi bir yaz serüveni, okulların açıldığı gün son bulmuştu ne yazık ki. Okulum Devrim ilk okulunun kapısına sevinçle girdiğimde okul özlemimden kuzularımı unutmuştum. Onları bir daha göremeyeceğimden habersizdim. Okul çıkışında eve geldiğimde bir de ne göreyim; babam kuzularımı kestirmiş çoktan. Bahçede yüzülmüş derileriyle karşılaşmak çok üzmüştü beni. Üç ay içinde nasıl da bağlanmıştık birbirimize. İç acımasını belki de ilk olarak o gün yaşamıştım. Her canlı başka bir canlının yaşamını idâme ettirmek üzere kurulmuştu bu düzen ne yazık ki. Annem etlerinden kavurma yapmıştı. O kış her çorbanın, pilavın içinden çıkan kuzularımın kemikleri duygusallaştırırdı bizi. Çünkü babam, annem, kardeşlerim de benim kadar kalben bağlanmışlardı onlara. Hele de Deli Kuzu’muzun yaptıkları…
Hayallerimi gerçekleştiren, tatlı bir yaz geçirmemi sağlayan kuzularımın yünleriyle annemin bana çeyizlik yorgan yapması ise tüm emeklerime değmişti. Kuzularım, yünleriyle bir yaz anısı olarak evladiyelik yaşayacaklardı artık aramızda.
Asuman Soydan Atasayar