Eski bir söz vardır.
“Güvenme güzelliğine bir sivilce yeter. Güvenme zenginliğine bir kıvılcım yeter.”
Bir insan ne kadar güzel olursa olsun, huyu güzel olmadıkça, göz o güzelliğe 3 dakikada doyuyor.
Neruda’nın çok beğendiğim bir söylemi düşüncemi doğrular niteliktedir.
“Kalbi kırdıktan sonra gelen özür, doyduktan sonra sofraya gelen tuz gibidir. İhtiyaç kalmaz.”
Kalp kırıklığı, güzellik, zenginlik dedim de aklım yine Uzakdoğu’ya yolcu oldu.
Japonların hoşgörü, bağışlama, anımsama felsefesi; kusurları sanatla değerli kılma tekniği ile sanata yansımıştır.
Japonlar kırılan bir vazoyu asla atmazlar. Kırık parçaları yapıştırıp, altın veya gümüş tozu kullanarak kapatıp, işlerler. O vazo eskisinden daha değerlidir. Bu tekniğe Kintsugi denir.
Japonların uyguladıkları bu sanatın kökeni 15. Yüzyıla dayanır.
Çok değer verdikleri pahalı olan bu sanatın adına, “Kusurlu Güzellik” derler.
Felsefi değeri ise daha da kıymet taşır.
Bu felsefeye göre bir eşya ya da insan bir hasara uğramış veya bir acı çekmişse bundan bir ders alır. Bu konuda bir anıya sahip olur ve artık daha önceki halinden çok daha güzel, daha değerlidir.
Hegel’in şu düşüncesi Japonların kusurlu güzellik felsefesini sanki hiç sayar.
“Kopan bir ipe düğüm attığınızda ipin en sağlam yeri, o düğüm olur. Ama ipe her dokunuşunuzda canınızı acıtan yer o düğümdür. ”
Hegel’e ben de katılıyorum. Kırılan bir kalbi, hangi bin bir özür affedebilir?
O kalbi, ister altınla, ister elmasla kaplasınlar, kanayan yerden hep acı sızacaktır.
Keşke deneyimlediğimiz, duygusal travmalarımızı silebilsek. Böylece kırılan porselen yüreklerimizde ki, her acı bir önceki acıyla mayalamamış oluruz.
İşte o zaman bizi acıyıp kıracak, incitecek gerçeğin mayasını da gözlerimizle değil yüreğimizle görebiliriz…
Nazım’ın manidar bir dizesi ile noktalıyorum:
“Ey soluma düşen ince sızım,/ Öyle tepkisiz kalma/ Yaktığın yürektir/ Çıra değil.”
…
Emine Pişiren / Kocaeli