Kurşun Muskası
Adana’nın eski mahallerinden birinde, arnavut taşı döşeli sokağın başında mütevazi berber dükkanının kapısı her sabah erkenden açılır, akşamın geç saatlerine kadar da açık kalırdı. Ali o sabah ta her zamanki gibi dükkanı besmeleyle açmış ’’Allah’ım beni , kazalardan , belalardan koru’’ diye de dua etmişti.Her gün aynı saate işe başlardı.
Tahta çerçevelerinin boyaları dökülmüş, kırılan camlarının yerine teneke çakılmış iddiasız, köhne dükkana ekmek teknesi gözüyle bakan Ali, beladan çok korkardı.Kaza neyse de ‘’bela kara katrandır, bulaştı mı çıkmaz’’ derdi.
Aslında o sıradan bir berber gibi görünse de değildi;birbirinden çok farklı yetenekleri vardı. Her işe merak sarıp ,hepsinden birazcık öğrenmişti. Balık tutar, ezan okur, tatlı yapar hatta fotoğraf çeker ,iğne vururdu.
Kavruk denecek esmerlikte, zayıf, kıvırcık saçlı, orta boylu bir gençti. İlk kez görenler, Türk olmadığnı,bir arap ülkesinden göçmen geldiğini zannederdi.Orta Asya bozkırlarının çoban yüzlü insanlarını andırırdı.
Temiz kalpliği saflık derecesini de aşmıştı.Herkese iyilik etmeyi severdi. Bazen üzerine vazife olmayan işlere de bulaştığı olurdu.
Oldukça temiz giyinirdi.Hangi işi yaparsa yapsın takım elbise ile kravatını çıkarmaz, işin lekesini de üzerine bulaştırmazdı. O kadar ki üzerinde bırakın kiri toz lekesi bile bulamazdınınz. Modası geçmiş , yakaları uzun elbisesinin içine kareli gömlek giyer, üstüne şal desenli kravat takardı.
En çamurlu sokaklarda bile yürüse ayakkabıları temiz kalırdı. Dükkanının müdavimi yaşlılar ‘’Ali ,sen üzerini hiç kirletmiyorsun , sana şaşıyoruz, camide en temiz ayakkabılar seninkiler’’. ‘’Hacı Emmi, ben hep yolun kenarından, otların üzerine basarak yürürüm. Ayağımı çamura vurmam’’derdi.
Müşterileri mahallenin cami cemaatinden ihtiyarlar, okul çocukları, aylıkçılar, memurlar ve işçilerdi. Eczacı Hasan Abi, Tekel memuru Zakir Efendi de kıymet verdiği müşterileri arasındaydı.Cami cemaatinden Osman Amca ile Çolaklar’ın Bekir, namaz vakitlerine yakın dükkana gelirler, gevezelik ederler, şakalaşırlar,ezanı beklerler, sobanın üzerinde sürekli kaynayan, katrana kesmiş çaydan içerlerdi.
Dükkanın içi de dışından farklı değildi. Oldukça eski tavanı başa değecek kadar alçaktı. İçeriyi, adeta gizemli kervanların başka diyarlardan getirdiği büyüleyici kolonya kokusu huzur verici bir serinliğe büründürüyordu. Sırlı berber çanağı, köpük tası,ense aynası,kesik için şap kalemi, traş makinası, pudra tozu,şekilleri değişik birkaç şişe renk renk kolonya bu sade iş yerinin eskimişlik duygusunu daha da artırıyordu. …Duvarda asılı, işkence aletine benzeyen ucu halkalı kayış ise ustura bilemekte kullandığı masattı. Çırağa her sabah ‘’Masatta ustura bilemeye kalkma! kayışını kesersin’’diye tembih etmeyi ihmal etmezdi.
Duvarda, babasının traş ederken çektirdiği çerçeveli fotoğraf, bu işin aileden birkaç nesildir geldiğinin, Alinin babasının ve dedesinin de berber olduğunu anlatıyordu.
O gün Ali’nin içinde bilemediği bir huzursuzluk vardı. Ne dükkana gelen ihtiyar cemaatin şakaları, ne de Zakir Efendi’nin ’’Ali ,baban ne evlat yetiştirmiş, çok efendisin.Helal olsun seni doğuran anaya’’yollu iltifatları bile moralini düzeltmeye yetmiyordu.
Akşama doğru , boynunda sapanı, kirli yüzlü, dik saçlı bir çocuk koşarak Ali’nin dükkanına girdi. Aceleciydi ‘’Ali Amca, seni annem çağırıyor’’. Mahalle esnafından olduğu için ailelerden çocuk traşına gelirken samimiyet kuranlar, onu aileden saydıkları için de derlerini açmakta bir beis görmezlerdi.Bazen huysuzlana çocukların traşı için eve de çağırıyorlardı.Mahallelinin evinin içine kadar her yeri, her şeyi biliyordu Ali.
Yine öyle bir iş için mi diye düşündü önce… Öyle olsa traş takımlarını da almasını söylerlerdi. Demmek ki iş başka bir işti. Hızlıca adımlarla birkaç ev ötede sarı binaya girdi. Evde, kocası Kurtuluş Savaşı’da şehit olmuş Rabia Teyze ile kızı ve torunları yaşıyorlardı.Çağıran çocuğun annesi Fatma Abla da geçimini dikişle sağlıyor, kocası öleliden beri atadan kalma bu küçük evde , koca yadigarı çocukları Elif, Ahmet ve annesiyle geçimlerini sürdürürmeye çalışıyordu.
Elif, yeni yetişen bir genç kızdı. Onaltısında olmasına rağmen,kırmızıya çalan nar pembesi yanakları, bilek kalınlığındaki örgülü saçlarıyla sadece sokağın değil, değil diğer mahallenin delikanlılarının da ilgisini çekiyordu.Rabia Teyze ‘’Ali bizim erkeğimiz yok, biliyorsun.Sana da namus yönünden çok güveniyoruz.Bu kızı rahat bırakmıyor elin kıranları oğlum! Başka mahalleden bir çocuk devamlı rahatsız ediyor.Dün yine gelmiş, kızın önüne geçip ‘Seni illa alacam demiş’. Kız bakkala çıkamıyor. Sen bir konuşsan oğlanla ‘’. ‘’Tamam, ben konuşurum Rabia Teyze’’dedi Ali.
Birkaç gün sonra oğlanı mahallede dolanırken görüp’’Bu mahalleye gelmeyeceksin. Seni bir daha buralarda görmeyeyim’’diye oğlanın yolunu kesti Ali.’’Sana ne .gelirim. Mahallenin namus bekçisi misin?’’diye diklenince tartışma uzadı. İkisi de gençtiler.Oğlan bıçak, Ali silah çekti.Uzun sürmedi kavga…Genç yerde kanlar içinde, Ali dükkanda silahını saklamaya çalışırken geldi polisler.
Ali, hapisaneye zor alıştı. İçine kapanıktı.Orada yeni meslekler edindi.Suçu, nefsi müdafaya girdi, iyi hali derken bir de genel af çıktı. mesleğine.Tatlı yapmayı da orada öğrendi.
Hapishaneden çıktığında parası da işi de yoktu. Berber dükkanı kapanmış, babası içindekileri yok fiyatına hurdaya vermişti.Dükkan kiraydı zaten. zaten.Mahallede katil damgasıyla yeniden iş yapması da imkansızdı.Üstelik artık düşmanlıydı. Ali’yi öldürebilirlerdi.Buralardan uzaklaşmalıydı.
Bir akrabaları önayak olunca tanıdıkları bir köylü kızıyla görücü usulüyle evlendi.Yeni evlendiği hanımının köyüne taşındılar. Gözden uzak bir yerdi burası. Efendiliği ,temiz giyimiyle, işine ve büyüklerine karşı saygısıyla kısa zamanda sevildi bu koca köyde.
Artık yeni bir hayata başlamıştı.Geleceğine açtığı temiz sayfaya ismi ‘’Tatlıcı Ali’’ olarak yazıldı. Geceleri yaptığı tatlıları gündüzleri kahvehane kahvehane dolaşarak satıyor, iyi kötü geçimini bu işle kazanıyordu.
Arada balık tutmaya da gidiyorlar, Ali bu işte de hünerini gösteriyor, hatta tuttuğu balıkları sattığı da oluyordu.
Balığa gittiği zamanların birinde arkadaşları, suya girerken bile boynundan hiç çıkarmadığı bir muskayı görüp Ali’ye sordular ’’ Enişte hayırdır, bu muska neyin nesi!Paralı mısın,saralı mısın ?. Yoksa ablamız nazar muskası mı yaptırdı sana? Sidikliğini mi bağlattı enişte?’’
Ali itiraf etti ‘’Bunu meşhur Şamlı Hoca’ya yazdırdım. ‘Kurşun muskası’.Derin bir hocadır. Ben düşmanlıyım biliyorsunuz. Boş gezilir mi? Beşyüz lira para verdim bu muskaya. Kuvvetli muskadır. ‘Kurşun geçirmez Muska’ demişler buna aslanım. Bana kurşun işlemez.Bu boynumdayken bana silah ta sıksan işlemez. İsterse bir ordu hücum etsin’’Böylece herkese gözdağı da vermiş oluyordu.
Tumbaklılar’ın Halil de balık tutanların arasındaydı. Tatlıcı Ali, kurşun geçirmez muskayı o kadar övmüştü ki! Halil’in muskaya merakı kendisini rahtsız eden habis bir ura dönmüştü. İşe yarayıp yaramayacağını şiddetle merak etmeye başlamıştı.’’Bunu eniştemden mutlaka öğreneceğim bir gün. Böyle bir şey gerçek olabilir mi ? İnsan kurşunun karşısına diklebilir mi? karşısında dikilip , muskaya güvenilip durulabilir mi?’’
Talıcı Ali’nin evi Halil’in her gün geçtiği yolun üzerinde köy meydanına çıkılan tatlı meyilin ortalarında bir yerdeydi. Halil zeki, şakacı, hazırcevap, güleç biriydi. Muzipliği ise dillere destandı.Kahvey gittiği bir gün dış avludan bağırdı’’Enişte evde misin, misafir kabul eder misin?’’ İçeriden ‘’Gel Halil’im gel ,evdeyim’’. ‘’İki laf edelim diye geldim, lafın belini kıralım be enişte!’’
Halil evin önünde gezinen tavukları görünce iç geçirdi, ne kadar besiliydiler.’’Bunlardan bir tanesini nasıl etsem de enişteme kestirip yesem ‘’ diye düşünürken aklına muziplik geldi.Hile ile gözüne kestirdiği besili horozu yiyecekti.Lafı değiştirdi.
‘’Enişte ya aklıma takıldı,senin muska kurşun geçirmiyor değil mi?’’ ‘’Evet Halil’im şüphen mi var?’’ ‘’Şüphem var tabi, sen bu muskayı garantili mi yaptırdın?’’ ‘’Hani diyorum, hiç denedin mi?’’ Tatlıcı Ali afalladı. Hakikaten yaptırdığı günden beri kurşun geçirip geçirmediğini denememişti. Nasıl deneneciğini de düşünmemişti. Birinin boynuna asıp deneme şansı da yoktu. Kendine de sıktırsa ya kurşunu geçirirse…’’Pisi pisine gideriz vallahi… Ya işlerse kurşun? Bu sefer çifte katil olmakta var’’diye düşünmüştü.
Halil’’Amma daldın enişte! Ben çözdüm olayı, insanda değil önce horozda deneyeceğiz’’. Önlerinde gezinen besili horozu göstererek ’’ Şu horozun boynuna muskayı takalım.Sen tüfekle ateş et. Eğer muska işe yararsa horoz ölmez. Senin muskanın tılsımına da inanırız o zaman’’. Ali’ye mantıklı geldi, ya da mecbur kaldı,deneye razı oldu.
Kovalaya kovalaya güç bela horozu yakaladılar. Ayaklarından bir ağaca bağlayıp boynuna muskayı taktılar. Ali, bismillah çekerek nişan aldı, tetiğe dokundu. Namludan horoza kadar her yanı mavi barut dumanı aldı, genizleri yaktı. Aynı anda kuvvetli bir patlama ile her taraf tüy doldu. Duman aralanınca yolunmuş tüylerin arasında yatan horozu gördüler. Zavallı, bir deneye kurban giderken Halil amacına ulaşmanın garip gururu ile gülümsüyor, manalı bakışlarla Ali’yi süzüyordu.
Ali kızgındı. Hocanın geçmişini, ecdadını kalayladı’’Bir de beşyüz lira paramı aldı namussuz.Vay alçak vay!’’
Bir saat sonra köy usülü donatılmış sofranın baş yemeği, kızarmış horoz etiyle bulgur pilavıydı… Yerli domatesi ve yayık ayranıyla ne güzel giderdi horoz eti… Halil bir butu ısırırken ‘’Denediğimiz hayırlı oldu enişte.Allah korusun, muskaya güvenecektin her zaman. Bu da senin içini yi olmazdı’’.
’’Muskayı boynundan çıkarıp yere çaldı.Halil ‘’Sen takmayacaksan bana ver enişte’’diyerek muskayı alıp kendi boynuna taktı.Kalktı.Köy meydanına doğru giderken boynundan muskayı çıkarıp öperken’’Eniştemi kurşundan koruyamadın ama bana güzel bir öğle ziyafeti çektirdin ey tılsımlı ,kurşun geçirmez muska!’’ diyordu…
Ali AYAZ,12 Temmuz 2017, Adana