Aşağıda 2013 Şubatında not ettiğim uzun bir yazının bir kısmını, güncel ekonomik gelişmeler nedeniyle, bir kez daha paylaşma ihtiyacı hissettim.
Dolar rekor kırmaya devam ediyor, petrol fiyatları yukarı doğru kıpırdamaya başladı, işsizlik yükselişte, ekonomi KOBİ’lere teşvik olan kayıtdışı mal ve istihdam üzerinden yürütülüyor…. Ekonominin %90 ını oluşturan geniş kesim üretici ve tüketici aktörleri, uzun süredir %10 ların altında seyreden bir enflasyon nedeniyle dövizle borçlanma alışkanlığını terk ettiğinden, bu olumsuz verilerden şimdilik etkilenmiyor… Ama 2015’in özellikle ikinci yarısı zor geçecek görünüyor.
Çünkü hem doların düşmemesi hem de petrolün yükselmesi yakın bir zamanda bu geniş kesimin temel ihtiyaç maddelerine yansıyacak… Seçimlere 2 aydan az bir zaman kaldı… İktidara kim gelirse gelsin, bozulan “sadet zincirini” kucağında bulacak… Triger kayışı kopmak üzere… (Yoksa ben de mi “hain” oldum?)
…….
2000 li yıllardan sonra ise iletişim ve bilişim teknolojisindeki gelişmeler, sermaye ile birlikte bilgi ve teknolojinin küreselleşmesini de birlikte getirmiştir. Bilgi ve teknoloji hızla tüketilir olması, ikame ve hatta taklit ürünler, olmadı çakma ürünler, üreticilerin, maliyetlerine kar payını ilave edip satış fiyatını belirleme dönemi artık kapanmış oluyordu.
Bir ürünün fiyatını belirleyen bu kadar etken (rekabet) varken üretici için, satış fiyatını kendisinin belirlemesi zorlaşmıştı. Yani artık, (piyasada belirlenmiş) veri bir satış fiyatı üzerinden, kendisini tatmin edecek (işletmesini ayakta tutacak) bir kar payına razı gelerek, maliyetlerini ona göre ayarlamak (düşürmek, düşük tutmak) zorundaydı işletmeler.
Küreselleşmenin isteyerek veya istemeyerek dayattığı yeni sistemi şöyle anlamlandırmak mümkün:
-Satış Fiyatı: Artık esnek değil, piyasada zaten belirlenmiş.
-Kar: Yarı esnek, sadece maliyetlere değil aynı zamanda piyasa fiyatına da bağlı.
-Maliyetler: İnelastik, satış fiyatı ve kar marjının baskısı altında.
Evet, dedi bizimki, bizim maliyetimizi büyük ciro yaptığımız alıcılar bizden iyi biliyorlar. Bizden malzeme, zaman ve işçilik olarak maliyet analizleri istiyorlar sürekli. Üretimdeki kullandığımız makinelerin iş kapasitelerini de bizden iyi biliyorlar, da, bu makinelerde çalışan işçilerin hata payını maliyete dahil etmiyorlar. Üstelik sabahtan akşama kadar ben burada çalışıyor kafa patlatıyorum, benim emeğimi dahil idari personel ve giderlerin maliyeti bize dayattıkları karın içindeymiş. Bizde ne yapalım, ‘ben yokum’, desem piyasada zararına dahi iş yapacak bir sürü firma var; cirosu yüksek diye “he” demek zorunda kalıyoruz.
………………
Aklıma 1980’li 1990’lı yıllardaki özel veya kamu entegre sanayi kuruluşları geldi. Ölçek ekonomi olmanın hem piyasa avantajlarını hemde kamu teşviklerinden öncelikli yararlanma avantajlarını kullanabiliyorlardı. Üç olgu firmaları ölçek ekonomilerden vazgeçip yan sanayi işletmelerle çalışmaya başladılar. Bu işletmeler ölçek ekonomisi olmanın bürokratik işlem ve maliyetlerinden kurtulurlarken, işçi sendikalarının ücret ve sosyal hak baskısından da kurtuluyorlardı. Yan sanayi işletmeleri kuranlar ise bu entegre firmalardan ayrılan elemanlardı.
Tarımdaki makineleşme ve nüfus artışı şehirlere göçe yol açarken, doğudaki etnik terör de keza büyük şehirlere göç ediyordu. Sosyalist blok’un siyasal ve ekonomik çöküşü, buralarda uzun süre baskım altında tutulan talebi çevre ülkelere yönlendirmişti. Şehirleşen nüfusun yarattığı iç talep, 1990’lar boyunca doğu Avrupa ülkelerinin yarattığı iç taleple birleşince artık ne üretirsen satılıyordu. Yan sanayi işletmeler bu talep karşısında ana firmayla bağlarını gevşetiyorlar, yer yer onlarla rekabete dahi girebiliyorlardı.
Daha sonra KOBİ denen bu firmaların en büyük avantajları tesis, makine, işgücü vs. her alanda elastik olmalarıydı. Ve kayıtdışı çalışabilmenin avantajları. Artık işçide, hem üretimin bir parçası hemde tüketim çılgınlığının bir süjesi olarak, kayıtdışı çalışmayı yadırgamıyordu. Ve hatta kendilerini bir işçiden çok bir “patron” adayı olarak görüyorlardı. Arada bir ekonomik krizlerle servetler el değiştirse de herkesin kazandığı (!) Amerikan rüyası gibi bir dönem yaşanıyordu.
Bu saadete sadece devlet ayak uyduramıyordu. Halkının refahı (!) için, güvenliği (terör) için, sosyal hakları için (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik) içte ve dışta borçlandıkça borçlanıyordu. Devlet nasıl olsa batmaz deyu, ha bire devlete borç veriyorlardı. Ve bu saadet zinciri batmaz denilen devletin batmasıyla 2001 de hepten kırıldı.
İşin ilginci zinciri tamir etmek için içte ve dışta herkes seferber olmuştu. Ekonominin yöneticileri değişti, yetmedi iktidarlar değişti. Şimdi saadet zincirinin halkasına tutunmuş kamu dahil herkes borçlu..
Direksiyonun başında, yaklaşık bir yıl önce bir gece vakti Menekşe’den dönerken yakalandığım çevirme yapılan sapağı dönerken, düşünüyordum bunları. Ehliyeti kaptıracağım diye yusufçuk çağırmıştım… Neyse ki sıyırmıştık bu badireden, lakin kulağıma da küpe olmamış değildi. Bu huyumdan vazgeçtim o olaydan sonra. Gittiğim içkili yerlere eşimle gidiyorum, o içmediği için dönüşte bana şoförlük yapıyor. Hayatın müşterek olması ne güzel…
……………………
Sonuç itibariyle biz yine KOBİ’lere dönersek, KOBİ’lerdeki sorun sadece kurumsallaşamama, katma değerli ürün yaratamama, markalaşamama değil, küreselleşmenin dünya çapındaki piyasa ve finansal araçlarıyla tüm ülkelerdeki KOBİ’leri “hedef maliyetleme” sopasıyla hedefe koymasıdır da.. Hadi açıkça söyleyeyim, hedef maliyetleme küresel sömürünün bir aracına dönüşmüştür. Tabelaları paslı, yolları yağlı, duvarları soluk KOBİ yatağı sanayi sitelerinden de KOBİ’lerin hali böyle görünüyordu.
Bundan sonra ne mi olur? Akalıma aslanla eşek fıkrası geldi.. Hani şu bizim eşek keresel ile aslan KOBİ’miz arasında geçen fıkrayı… KOBİ’ler boyunlarını çevirip, bellerini doğrultabilseler…