Dün küçük küçük mutluluklar biriktirdim gönül heybeme. Birkaçını yazayım.
İki köpek yaklaştı yanıma. Biri doru, diğeri beyaza çalıyordu renkleri. Bakışları öyle manidardı ki, tanıdım o ifadeleri. Masum, ürkek ve sevecen…
Mataramda anca bana yetecek kadar buzlu su vardı.
Hiç düşünmedim ötesini.
Atmam peynir, yoğurt kaplarını. İkinci Dünya harbi görmüş anamdan alışkanlık işte. Ondan bana da geçmiş belli ki _Ne ne lazım, gün gelir,_ vb, hurda düşünceler…
Buzlu suyu boca ettim peynir kabına.
Allah’ım, dünyanın en mutlu insanıydım, onları izlerken. İkisi sırayla yalap, şulup, şap doyasıya içtiler. Kanınca da dükkanımın tam önündeki genç çınar ağacının gölgesine çekildiler. Sevgi saatleriydi sanki… Bir süre gitmediler. Sırtlarını kaşırcasına _sağa sola_ kıvranan bedenlerini, bir görmeliydiniz. Korkusuz, tam teslimiyet içindeydiler. Açık sere serpe karınlarını, görünce içim, öyle bir şefkatle dolup taştı ki, hiç sormayın… Hadi gel de okşama şimdi o pamuk pamuk karınlarını…
Sonra hobi dükkanıma geçtim.
Benden cesaret alıp da onları sevgiyle okşayanları, bir süre içti gözbebeklerim…
O sevgi nakışlı kareleri izlerken daha da katlanmıştı mutluluğum.
Sonra o ana eşlik eden bir ses, kulağımıza çalınmıştı!
Antik kafede ki hoparlörlerden yükselen bir ses bumerang etkisi yapmıştı sanki…
Ah o an’a ne de güzel denk gelmişti:
“Sokak hayvanlarının öldürülmesine karşıyım. Onlar ölmeyi değil yaşamayı hak ediyorlar… Asıl onları öldürenler in yaşamaya hakkı yok…”
Sesin sahibini tanımıştım.
Her akşam belde halkının gönüllerini canlı müzikle coşturan ses sanatçısıydı. Genç sanatçıyı öpesim gelmişti.
Sonra ki mutluluğum daha da ilginç gelecek sizlere biliyorum.
Gün alacakaranlığa soyunduğu esnada yaşlı bir kadın geldi standıma. El emeği işlemelerime gözleri ışıyarak bakıyordu. Dokunmaya kıyamıyor gibi çekinceliydi bakışları.
Gülümsedim ona. Demek ki, hediye verme zamanımdı.
“Lütfen dokunun onlara… Beğendiğinize özellikle…”
Utandı… Mahcup bir yüz ifadeyle zerafetini koruyordu:
“Yanıma para almamışım da…Çok güzeller. Elinize sağlık…” Dedi ürkekçe…
Onu anlıyor, duygularını da algılıyordum.
Kır saçlarına iliştirdiği siyah firketeye uzandı bakışlarım. Yer yer sırları dökülmüştü…
İçten bir gülüş uzattım ona.
“Ben de satmayacağım zaten size. Ama bilekleriniz, ne kadar da zarif ve ince. Uzatır mısınız elinizi? Bu bileklik teninizde nasıl duracak, bir bakalım. Çok merak ediyorum…”
Uzatır uzatmaz bilekliği hemen geçirmiştim bileğine. Şaşırmıştı. Beyaz tenine de yakışmıştı.
Dedim:
“Bu ürünü üç sene önce tasarlamıştım. Kimse beğenmedi demek ki, satın almadılar. Bazı ürünler sahibini bekliyormuş. Artık o sizindir. Lütfen hediyemi kabul edin.”
Gözleri nemlenmişti, teşekkür ederken.
Gülüşümü kondurdum o gök mavisi bakışlara.
“Çay içelim mi?”dedim sonra.
…
Üçüncüsünü yarına bırakayım…
İş güç malum…
Kalın sağlıcakla…
Emine Pişiren/Akçay