Sevimlilik ve kötülük… Birbirleriyle taban tabana zıt kavramlar.Gel gör ki, hayatın gerçeklerinde bu zıtlık sıkça birbiriyle harmanlanmış olarak çıkıyor karşımıza. Türlü kötülüklerin mimarı olanlar, erdemli ve sevimli kimliğiyle boy gösteriyorlar rahatlıkla. Üstelik hiç zorlanmadan kabul de görüyorlar sonuçta. Nitekim ‘Karakterler’ romanıyla ünlü yazar Bruyerede ‘Erdem kılığına girmemiş, ondan destek almamış kötülük var mı’ sözüyle saptamış bu gerçeği.
Hal böyleyken kurguların da en büyük desteği içeriklerindeki kötü karakterlerin başarılı performansı oluyor çoğunlukla. Buradaki en önemli başarı kriteriyse, karakterleri, onların zarar verici-kötücül eylemlerini önemsizleştirecek biçimde yapılandırmak! Kötülük kavramına takla attıran bu kurgusal yaklaşım özellikle son dönemlerde sıkça karşımıza çıkar oldu.
Nasıl ki, bu sezon da başarılı yapımların ivmesini artıranlar, izleyiciye çekici gelebilecek tavırlarla kötülüklerini sergileyip ‘Kötülüğün sevimli yüzleri’ tanımlamasını fazlasıyla hak eden karakterler. ‘Delidir ne yapsa yeridir’ misali kötülükleri meşrulaştırmadaki bu tabloyu en popüler karakterle örnekleyecek olursak… Bunlardan biri ‘Mahkûm’un Savaş-Barış tiplemesi… Diğeri ‘Kardeşlerim’in Akif’i… Bir diğeri ‘Yargı’nın Yekta’sı!
BARIŞ’IN SEVİMLİ PSİKOPATLIĞI ‘MAHKUM’UN CANI!
Psikopatlığın sevimlisi olur mu demeyin. Bal gibi de oluyor. Nitekim İsmail Hacıoğlu’nun oyunculuğuyla uçurduğu Barış karakteri bunun en net örneği.
Alt yapısı baba sevgisinden yoksunluğa ve evlat ayrımcılığından kaynaklı duygusal yıkıma dayanan bir psikopatlıkla karşımıza çıkartılan Barış, aşk ve felsefeyle harmanlanmış bir kötülük timsali. Ancak onu bu konuda benzerlerinden ayrı bir yere koymamızdaki asıl sebep, karakterin gider gelir akıllı tavırlarını alabildiğine masumlaştıran ve neredeyse seri katil potansiyelindeki cinayetlerini unutturan şirinlik yansımaları.
Buradaki duygusal aktarım öylesine güçlü ki, ikiz kardeşini dahi gözünü kırpmadan öldüren Barış’ı hiç yadırgamadan kabullenip sevebiliyoruz. Dahası onun küçük yaştan itibaren soyadını her şeyden üstün tutan karanlık ruhlu bir baba tarafından örselenmiş olmasına, büyük aşkını ve oğlunu ikiz kardeşine kaptırmasından dolayı uğradığı yıkıma duygulanabiliyoruz mesela. Ayrıca yeri geldiğinde hayli romantik olabilen Barış’ın çocuklarla iletişimi de oldukça sıcak. Can düşmanı Savcı’nın kızına dahi kötülükten uzak bir yaklaşım sergileyerek sevimli psikopatlığa farklı boyut katıyor sonuçta.
Bu noktada karakterin çok iyi yazılmış olması büyük etken kuşkusuz. Tabii cinayet işlerken dahi şirinlikten taviz vermeyen ve söylemleriyle yaptığı eylemin kötülüğünü görünmez kılan Barış’ın bu başarısında İsmail Hacıoğlu’nun renkten renge girebilen oyunculuğunu da vurgulamakta fayda var.
Velhasıl;‘Mahkûm’, Barış Yesari karakterine fazlasıyla mahkûm! Zira Savcı ve ekibinin tüm eylemleri onun psikopatlıkları doğrultusunda çizilen yolda gelişiyor. Yanı sıra ortak düşmana karşı iş birliğine girdiği Savcı’yla bunu haricinde kedi-fare oyununun içinde olan Barış, yaptıklarından pişman olmadığını söylerken… Büge’ye olan aşkını dillendirirken ya da kardeşinin mezarı başında özlemini itiraf ederken öylesine samimi ve içten ki, ‘‘Barış’ın sevimli psikopatlığı ‘Mahkûm’un canı’’ diyebiliyoruz rahatlıkla.
AKİF OLMAK KOLAY DEĞİL
Suç işleyip de yakalanmamak… Her durumdan yağ gibi sıyrılıp avantajlı çıkmak… Kurgularda sıkça rastlanan bir durum. Ancak acımasızlığın şansla ve kurnazlıkla kol kola gezdiği bu tablonun hakkını layıkıyla vermek de her kötü karakterin harcı değil. ‘Sebat etme’ ustası olmak lazım. İşte ‘Kardeşlerim’i anasız babasız bıraktığı yetmiyormuş gibi abilerini de onların elinden alan… Çıkarlarına ters düşebilecek herkesi harcamaktan çekinmeyip onların başına türlü çorap ören… Ve tüm bu yaptıklarından dolayı hiçbir bedel ödemeden gününü gün etmeyi sürdüren Akif Atakul bu konuda eline su dökülemeyecek cinsten!
İki sezondur çevresindekileri parmağında oynatan… Yeri geldiğinde parayla, yeri geldiğinde tehditle insanları susturarak yoluna devam eden… Her soruna pratik çözüm bulup kendini garantilemeyi bilen Akif’in bu sebatkârlık sürecindeki en önemli vasfı, özünde duyarsızken görünürde duyarlı biriymiş gibi davranması… Bunu yaparken duygusal rahatlığının yansıması olan esprilerini ve yüzündeki gülümsemeyi hiç eksik etmemesi de bu vasfa ekstra güç katan detaylar! Dahası Nebahat’ten boşanıp sevgisinin peşinden koşmaya karar vererek ikinci evliliğe yelken açan Akif’in özel hayatındaki tavırları da günü kurtarmaya odaklı. Bunu klişe tavırlarıyla resmeden Akif, otomatiğe bağlı yalancılığını dile getirmekten çekinmeyerek de ‘Akif olmak kolay değil’ dedirtiyor nitekim.
Kısacası;Tatlı dili ve tavırlarıyla sempati uyandıran, abartılı yağcılığıyla güldüren ve çıkarı uğruna giriştiği sevimlileştirilmiş kötülüklerle öfkelendiren Akif, Celil Nalçakan’ın usta performansıyla, kurgusal olmaktan ziyade gerçeklikle özdeş bir karakter konumunda. Bu sayede sürekli bir belayla karşılaşıp dramdan drama koşarak bezginlik yaratan ‘Kardeşlerim’in ayakta kalması sağlanıyor zaten.
‘YARGI’NIN SİNSİ KÖTÜLÜĞÜ…
Ekranın en başarılı özgün işlerinden olduğunu defalarca vurguladığım ‘Yargı’, adalet ve suç mekanizmasının çarklarını bıkkınlık yaratmadan çevirirken içerik akışını her daim diri tutmayı başaran bir yapım. Karakterlerini, kişi ayrımı gözetmeksizin işlemesi gereken adaletle sınarken aynı zamanda duygusal gücünü de ortaya koyabilen ‘Yargı’nın bu denli başarılı olmasında en büyük etkenin ince eleyip sık dokuyan senaryo olduğu muhakkak. Öte yandan karakterlerinin gücü de tartışmasız bir gerçek. Dolayısıyla ‘Yargı’da kıyas yapmak hayli zor.
Buna karşın Uğur Polat’ın hayat verdiği Yekta Tilmen’in ayrı bir yeri olduğunu da söylemeden edemeyeceğim. Çünkü Adalet Binası’na gelip savcılara musallat olmayı neredeyse hobiye dönüştüren Yekta gerek meslek hayatında gerekse özelinde yaptıklarıyla ‘Yargı’nın sinsi kötülüğü pozisyonunda adeta.
Öğretimini tamamlamadan Avukat diploması almayı başaran, bu gerçek ortaya çıkmasın diye ortamı havaya uçurmaktan çekinmeyen… İnsanlarla özellikle de oğlunu kendinden koparttığına inandığı Ceylin’le uğraşmaktan bıkmayan… Davalarını ‘Kim daha çok sesini yükseltirse o kazanır’ mantığıyla yürütmeyi alışkanlık edinip şova dönüştüren Yekta, ‘Hem suçlu hem güçlü’ durumunda.
Onun masum görünümlü kötülüğündeki en büyük tehlike de şamatacı varlığıyla maskelenen ‘sinsilik’!
Anlayacağınız; Oğlunun bir genç kızın canını almasını, elinde biriktirdiği delillerle hayatları birbirine katmasını düşünmeden… Kötülüklerini doğal hak sayarak davranıp sahip olduğu güçle haklılık ve gününü gösterme mücadelesine kalkışan… Sinsilikle kendine temize çıkartıp sözüm ona yargının adil işlemesini sağlayan Yekta, ‘Yargı’nın fark yaratan kötülüğü konumunda.
SONUÇTA; ‘Kötülüğün sevimli yüzleri’ almış başını gidiyor. Bizler de kurguların canına can katan ve kötülüklerini sevimlilikleriyle taçlandıran bu karakterleri severek, ilgiyle izliyoruz. Haklarını, reytinglerle veriyoruz.
Son söz Fransız filozof-yazar Senancour’dan gelsin… ‘Kötülük kalır, iyilik unutulur’.
Anibal GÜLEROĞLU
guleranibal@yahoo.com
www.twitter.com/guleranibal