Şair Ali AKBAŞ bir mısrasında; “Çoban bile bizden yoldaşlı” diyordu. Dünya fırıldağının altında bizler; onlarca nefsî kaygılarımızla yaşarken, acaba yoldaşlı mıyız / çobanlı mıyız?
Dünya kalabalığının milyarlarla sayıldığı eksende; para kazanma çabasında ihtirasların arttığı, makam elde etmek için değerlerin yitirildiği, itibar bulma yolunda kullara kul olunduğu bir çağda yaşarken; hangi hâldeyiz? Ailemiz, evlatlarımız, akrabalarımız, arkadaşlarımız mı bizlere yoldaş; yoksa para, makam, itibara taklalar atılan sahte değerler mi bizlere yoldaşlar?
Şair; “Çoban bile bizden yoldaşlı” derken, dünya kalabalıkları arasında sahipsizliğimizi, yalnızlığımızı ne de güzel ifâde etmiş. Dünya telaşı ve meşgalesiyle her gün farklı gailelerle uğraşıp dururken idrâklerimiz, kendilerimize sormak gerekirse; bizlere kavi yoldaş olanlar gerçekten evlâtlarımız mı, akrabalarımız mı, arkadaşlarımız mı, ideallerimiz mi?
Mazrufu unutup dünya telaşında hep zarflarla ilgilendiğimizden, yitiklerimiz o kadar çoğaldı ki, değer manzumelerimizi bir bir unuttuk! Yitiklerimiz var; aşkı, sevgiyi, sevdayı unuttuk… Uğruna ölmeyi tercih ettiğimiz, güzel gördüğümüz kutlu ülkülerimizi eskittik.. Büyüklerimize saygımızı, sevgimizi kaybettik… Yitiklerimiz var.
Dün bizlere önderlik eden kutlu bilgeler vardı… Kutlu ideallerimizi yeşerten bahçıvanlar, idrâklerimize yol yordam öğreten ustalar vardı…. Bugün onların sayıları o kadar azaldı ki, âdeta kıyılara vuran şaşkın balıklara döndük… Dağıldık, çözüldük; şimdi bir toplayanımız bile yok!…
Eşref-i mahlûkatın en soylusu olarak yaratılan biz insanlar bu vaziyette yaşarken; bir türlü yerine getiremediğimiz nelerin bedelini ödüyoruz da bugün yoldaşsızız, çobansızız? Sürüsüne tuz yalatıp suya salan, arkasından yanık bir kaval nağmesiyle sürüyü tekrar döndüren sır nedir? Çobanla sürü arasında kurulan vefâ, niçin biz insanların arasında yok? Çobanla sürüsünü kıskanmak mı gerekir?
Çobanlar bizden yoldaşlıysa, bizler yoldaşsızsak; hatta çobansızsak bunun sebebini neye bağlamalı… İştiyaklarımız aşkta, sevgide değilse; ustaları unutmuşsak, sanat, zanaat, edebiyat öğrenmiyorsak; yüreklerimiz Araf’taysa, boşluktaysa; buna ne demeli!…
Evet, bugün, Araftayız… Ne kendimiz olabiliyoruz, ne bir başkası. Ne doğulu ne batılı; ne kuzeyli ne de güneyliyiz… Biraz ondan, biraz bundan karma, kırma kültürlerle yaşıyor, duruyoruz… Ne millîyiz, ne de dinî… Velhâsıl karma karışığız… Yalnızız, sahipsiziz, çobansızız, yoldaşsızız!…
Çobansızsak, yoldaşsızsak; bunun sebebini neye bağlamalı? Çoban bulmak için bir çabamız da yoksa, yoldaş bulmada yüreklerimiz ses vermiyorsa; kime ne diyeceğiz? Kimden medet bekleyeceğiz? Oysa bize hem çoban, hem yoldaş lâzım değil midir? Bu kadar mı dünya gailesine daldık da, çobandan da, yoldaştan da uzağız? Yoksa bu bizlere verilen bir belâ mıdır?
Yalnızlıktan daraldık bize bir Yusuf gerek… Dillerimiz kısıldı, sözlerimizi söyleyecek bir Yunus Emre gerek… Sabır taşına döndük sabretmekten, bize bir Hazreti Yakup gerek!… Hatta, türkümüzü çağlar ötesinde söylettirecek Dede Korkut, Pir Sultan, Köroğlu gerek!…. Gerek, gerek, gerek!…
Yetmez mi dünya telaşında, nefsî kaygılarda dolaştığımız… Yalnız bizler miyiz fâni dünyada yaşayacaklar olan? Bizden sonraki nesillere mefkûreli düşler kurduracak ustalar, bilgeler, sanatkârlar, zanaatkârlar ülkemizde yetişmemeli mi? Yetişmeyecekse, yetiştiremeyeceksek; yalnızlığımız, sahipsizliğimiz, çobansızlığımız, yoldaşsızlığımız hep bakî kalacaktır. Bunu görmüyor muyuz?
Yoldaşlı olabilmeye bir çoban, bir de sevda gerek!…