ÖYKÜ
KORONA GÜNLERİNDE AŞK
‘’ Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?’’(*)
Uyur uyanık geçen bir gecenin ardından, olmamış sabahın karanlığına açtı gözlerini Sıla.
Gece boyu şiir dilindeydi. Düşünde bile. Çok sevdiğinden mi, kendini anlattığından mı, uykusuz gecesine yoldaşlığından mı? Bilemedi, bir kez daha yinelerken…
Uzun uçak yolculuğu öncesi, geceyi uykusuz geçirirdi hep. Bu kez yol heyecanı, yeni bir yer görme sevinci değildi, bitiremediği gece.
Saate baktı, arabanın gelmesine iki saat vardı. Oldum olası, son dakika koşturmacalarını sevmezdi. ‘’Duş alıp, kendime gelmeliyim’’ diyerek; yorgun ve uykusuz kalktı yataktan.
Yatmadan hazırladığı; yulaf ezmeli, kuru meyveli, bol cevizli kahvaltısına, ısıttığı sütü ekledi; duşa girmeden. Evden; aç ve kahvesini içmeden çıkmazdı. Uçakta, kahvaltı olarak verilen sandviçi de severdi ya… Bol kaşarlı, domatesli, sıcacık… Hostesler görünmeden koridorda; mis gibi kokusu gelirdi. Kilo almaktan korkup yalnız uçakta yediğinden, ‘’ödül sandviçi’’ dediği bu ikrama sulanıverince ağzı, için için güldü.
***
Her şey yerli yerinde olmalı, gözü arkada kalmamalıydı. Yaşanmışlığı yitivermiş, hüzün dolu yalnızlığa bürünmüş görünen eşyalara, içine sinesiye bakarak çıkıyordu her odadan. Tek tek dolaşarak balkon kapılarını, camları, aralık perdeleri ve özellikle radyatör peteklerinin vanasını kapattı. Geçen yıl, evde uyurlarken, sıcak su borusu patlamıştı da, alt kat komşusu evindeki su sızıntısını görünce, gelip uyandırmıştı.
Anahtarı bırakırken; ‘’Gözün arkada kalmasın, sıklıkla yoklarım’’ demişti; karşı komşusu. Her zamanki anaç haliyle. Rahatladı bir kez daha.
Daha on dakikası var ama…’’ diyerek, camdan baktı. Araba, erkenden apartmanın önündeydi yine. ‘’Bu şirketi, sevme nedenlerimden birisi de gecikmemesi’’diye düşündü; eşyaların hazır olduğu kapıya doğru giderken.
Asansörü çağırdı, eşyaları alıp evin kapısını kilitleyerek, daire girişindeki su vanasını kapattı. Kocaman el çantasından başka, bir kabin içi valizi, iki de büyük bavuluyla zorlukla sığdı asansöre. Bavullar ağırdı, ama götüreceği en gerekli eşyaları özenle seçmiş, tartarak yerleştirmiş kilo sınırını aşmamıştı. İnternetten kiraladığı, üniversitesinin yakınındaki ev, öğrenciler için düşünülmüş, iyi donatılmıştı. Kişisel eşyanızla gitmek kalıyordu geriye. Asıl ağırlık, olmazsa olmazı kitaplarıydı. ‘’Kısacık tatillerde bile ne çok taşıtıyorsun.’’ diyerek; Yiğit’le hep tartıştıkları kitaplar.
Bu, kısacık bir tatil yolculuğu değildi oysa…,
Apartmandan çıkınca, ‘’Günaydın!’’ diyerek karşılayan Hakan, bavulları taşımaya yardım ederek bagaja yerleştirdi. Henüz, şafak sökmemişti. Sokak lambasının aydınlığında, usul usul esen eylül rüzgârı yüzünü okşarken bindi arabaya.
Şehir; ıssız, sessiz uykudaydı… Sabah yakındı…
Her zamanki, kiralık ulaşım şirketi çalışanıydı Hakan. Yiğit’le çıktıkları yolculuklarında onları kaç kez taşımıştı. Bir devlet üniversitesinin kamu yönetimi bölümünü bitireli üç yıl olmuştu. İşe girmek için gerekli ‘’Kamu Personeli Seçme Sınavı’’nda, yazılıda yeterli puan alıyor; görüşme sınavında eleniyordu. Bizi yakın bulur; ‘’İktidar yanlısı değilsen, cemaat ya da tarikata üye olmamışsan iş yok’’ diye yazıklanırdı… Ailesine yük olmamak için, çalışma saati belli olmayan bu işi bulduğuna da sevinirdi. Yiğit’le görmeye alışık olduğundan; ‘’Abi yok mu?’’ diye sordu; incelikle, söyleşmeye alışkın, konuşkan haliyle. Kısaca,‘’Bu kez yalnızım!’’ dedi Sıla. Biraz sert mi yanıt vermişti ne? Yola koyuldular. Başka soru sormadı…
Radyoda; ruhunu okşayan, çok sevdiği bir müzik çalıyordu.
***
‘’Bilmezdim, şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce…’’
Radyoda çalan; duyguların, özlemin, romantik, bestecisi Chopin’indi. Doğup büyüdüğü; ayrı yaşamak zorunda kaldığı ülkesine, ölümünden sonra, kalbinin çıkartılıp götürülmesini isteyecek denli sevdalıydı. Polonyalılar, kalbi kutuda saklamanın, büyük bir aşkın anlatımı olduğuna inanıyorlardı. Varşova’da, kalbinin gömülü olduğu sütunun önünde ‘’Hazineniz neredeyse, yüreğiniz de orada olacaktır’’ yazısını okuyunca sarsılmışlar, elleri birleşivermişti sımsıkı… Unutulmaz aşkların bestecisinin; sevda yüklü, kırılgan yüreğini selamlayarak, aşkına saygıyla; ayrılmışlardı kiliseden.
En sevdiği piyano konçertosunu, hüzün yüklü, büyülü müziği dinliyordu. Kocasının bir kongresi için gittikleri kısacık tatillerini ve ‘’ Hazineniz neredeyse, yüreğiniz de orada…’’ sözünü düşündü… Geride kalan iki yılını, unutmak istediği hazzını yeniden yaşarken acıyla, o günün sıcaklığını duyumsadı ellerinde.
Uyur gibi yapıp kısık gözlerle, karanlığı delen farların aydınlığında yol alan arabadan dışarıyı izliyordu.
Usulca baktı saate, yola çıkalı on beş dakika olmuştu. ‘’Yarım saatlik yolum kaldı, zamanlamam güzel.’’ diye düşündü. 08.00’deki yurtdışı uçuşu için, iki saat önce havaalanında olması gerekiyordu. Otoban trafiği de yoğun değildi.
***
Yaşadıklarından sonra, ilk yolculuğuydu. Görevi nedeniyle, her zaman tek başına yolculuk yapar; kısa ayrılıkların, evliliklerde güzellikler yaratacağını düşünerek kendini avuturdu.
Ayrılık, sevdiğini özlemek, onu istemek ve düşlediğinde, yüreğinin ılık ılık çağıldamasıydı. Biriktirdiğin özlemin tutkusuyla buluşmak, biricik olmak, aynı ateşle tutuşmaktı… Evliliğin yeniden filizlenmesiydi…
Büklüm büklüm düşüncelerin acısıyla gözleri buğulandı. Yalnızlığın kahreden ağırlığıyla yüreği ezinçle doldu.
Onu düşünmek aşksa eğer…
***
İstanbul Üniversitesi’nde İç Mimarlık, Yiğit de Cerrahpaşa’da Tıp okuyordu; bir arkadaş toplantısında tanıştıklarında. Birbirlerinden etkilenmiş; arkadaşlıkları aşka dönüşmüştü. Dört yıl süren birliktelikten sonra; evlenme teklifi bile almadan, son sınıfta nişanlanmış, okul bitince de evlenmişlerdi. İkisinin aileleri, dost ve yakın arkadaşları arasında; herkesin çok eğlendiği içten bir düğün olmuştu. Ertesi gün de balayına çıkmışlardı.
Ayvalık’ta; mutluluktan bulutlarda uçmuş, gece ve gündüzü doyumsuz bir coşkuyla yaşamış, çılgınlar gibi eğlenmişlerdi.
Rüya gibi yaşadıkları on gün; inanılmaz bir çabuklukta geçmiş, unutulmaz anılarla yüklü yürekleriyle dönmüşlerdi evlerine.
***
İstanbul’dan ayrılmamak için, uzmanlığını alınca, özel bir hastanede işe başlamış; Kovit-19 nedeniyle de, yoğun bakımda görevlendirilmişti Yiğit.
Salgın; tüm dünyada ve ülkede umulmadık hızda yayılıyordu. Hasta sayısının günden güne artması ve kesin tedavisinin bilinmemesi nedeniyle, sağlık çalışanları olağanüstü koşullarda, ölümü hiçe sayarak çalışmak zorunda kalıyorlardı. Doktorundan hastabakıcısına, ayrıcalık gözetilmiyordu. Saat kavramı yok olmuş; acımasızca savaşıyorlardı. Doktorlar; evleriyle bağını koparmış, hastane ya da otellerde kalmaya başlamışlardı.
Dahiliye uzmanı Yiğit’in hastası çok, sorumluluğu ağırdı. Amansız çalışıyor, üç aydır hastanede kalıyordu.
***
Yüksek lisansını bitirmiş, kendi okulunda araştırma görevlisi olarak göreve başlamıştı Sıla. ‘’Akademisyenlikten daha çok para kazanabilirsin özel kesimde.’’ diyen yakınlarını dinlememişti. Öğrencileri, öğretmeyi seviyor; iyi bir öğretmen, başarılı bir bilim insanı olabileceğine inanıyordu; seçimini yaparken. Bilgi açlığı bitimsiz, öğrenme isteği doyumsuzdu. Aklının bir köşesinde Amerika’da doktora yapmak vardı hep. Alanıyla ilgili olanaklar çok daha iyiydi orada ama… İyi yürüyen evliliği nedeniyle bu isteğini hiç dillendirmiyordu. Sevdiği tez hocasının her fırsatta, erken evlendiğini yinelemesini duymazdan geliyordu. Kariyerine burada devam etmek zorundaydı.
3
Yüreği pır pırdı; her derse girişte. Yarıyıl bitmek üzereydi ki, korona salgını nedeniyle okullar tatil edildi…
Artık; uzaktan eğitimle ders veriyor, zorunlu olmadıkça evden dışarı çıkmıyordu.
Kısa süreceğini düşündüğü yalnız yaşam uzadıkça, dayanmak güçleşiyordu. Sonu bilinmeyen bu yalnızlıktan bunalmıştı.
Yiğit’in, briç oynadığı arkadaşlarıyla, ailecek haftada bir gün yemekli toplantıları yok olmuştu. Voleybol ve tenis turnuvalarının sözü bile edilmiyordu. Sinema, tiyatro, konser, opera geceleri bir hayaldi…
Böylesine sanatla dolu renkli, hareketli bir evlilik yaşamından sonra…
İnanamıyordu; bu yaşadıklarına.
Evlilik hazırlığı yaparken, mesleğinin uygulama bahçesi gibi gördüğü, özene bezene, evin her köşesine yerleştirdiği eşyaları ve süsleri birlikte seçip almışlardı. Onlara baktıkça, kimi güldüğü, kimi hüzünlendiği anılarıyla baş başa yaşamaktan sıkılmıştı.
Bir gecelik nöbetlerde ayrılık ateşiyle yandıkları o günlerden bu günlere nasıl gelmişlerdi?
Alışamamıştı onsuzluğa, yalnızlığa, kocaman boşlukta yaşamaya… O olmadan, akıp giden yaşama alışamamıştı…
Kocasının varlığını, kokusunu, ona dokunmasını özlemekten yorulmuştu. Yılan gibi kıvrılan gecede, yalnız yatmanın acısı dinmiyordu hiç.
***
Son günlerde, daha da uzar olmuştu ayrı yaşanan günler. Uzun yokluktan sonra, şöyle bir uğrayıp kısacık kalıyordu. Hep bir nedeni oluyordu, gelişinin de gidişinin de. Üstelik iyice uzak durmaya başlamıştı. Kapıyı heyecanla açıyordu eskiden… Ya şimdi?.. Uzaktan selamlaşıyorlardı; iki yabancı gibi.
Hastane yaşamını çok iyi bilen emekli hemşire annesi, bu durumdan hiç hoşlanmıyor; “Siz gençsiniz, bu yaşta böyle uzun ayrılıklar olmaz. Çocuğunuz da yok. Dikkat et!” diye başının etini yiyordu; her telefonda. Aşk evliliği yaptıklarını bilmezden gelen annesini nasıl yatıştıracağını bilemiyordu.
Salgın hastalık dışında bir neden olabilir miydi?
Tanıştıkları günden bu yana, kızlı erkekli arkadaş dünyalarında, kıskançlık akıllarına bile gelmezdi. Birliktelikleri güvençliydi, dostçaydı. Yüzük değil yürekleriydi bağları…
Yanasıya aşktı yaşadıkları… Aşkları tılsımlıydı.
***
Bir gün:
‘’Üzgünüm Sıla, bağışla beni.’’ dediğinde Yiğit.
Tılsım bitmişti, Sıla da…
***
Yüreğinin yangınını gözyaşlarıyla söndüreceği bu günleri düşünde bile göreceğine inanamazdı.
***
‘’Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.’’
***
Havalimanına gelmişlerdi. Arabadan indi.
Amerika yolculuğu başlamıştı…
Fazilet ÖZKAN POR
26/04/2021
Bu öykümün ismini veren değerli büyüğüm, Ali Rıza CEMEROĞLU’na saygıyla…
(*) Orhan Veli KANIK