Altı aydır, köprünün parmaklarına dayanır, saatlerce suya bakar ve kalkıp giderdi. Tembel hayvanın dalda asılıp kalması gibi parmaklara yaslı olarak bekler, arada da uyurdu.
Köprüdeki yaşlı amcayı çevre iyi tanıyordu. Çünkü yaşlı amca, demirci ustasıydı. Hemen herkese ev aletlerinden birini yapmıştı. Özel olarak yaptığı keserlerin taklidini dahi kimse beceremezdi. Onun için yaşlı amca keser ustası olarak bilinirdi. Keser ustası, beceri isteyen bu olaya, ilk okuldan sonra, amcasının yanında körük çekmeyle başlamıştı. Amcası yeğenini, yalnız keser yapmaya yönlendirmişti.
İlk çalışmaya başladığında bile titizliği belli olmuştu. Yaptığı keserlerin ağız kısmını ustasına kontrol ettirir, böylece düzenini sağlardı. Keserci gençlikte ne yaparsan iyi olur, derdi. Usta adına konuşanlar, yaptığı keserlerin ağzı körelmez, derlerdi.
Yaşlı amcanın hanımı altı ay olmuştu, vefat edeli. O günden beri köprüde oturur ve parmaklıklara yaslanırdı. İnsanlar da ona “Korkuluk” diyordu. “Köprünün korkuluğu” buradan çıkmıştı. Çünkü korkuluk, önceleri sabah gelir, akşam olmadan giderdi. Hava bozuksa iki üç saat kalır eve dönerdi. Son günlerde ise akşam karanlığına kadar kalırdı. Bir şey değil bazen gece sabaha kadar da korkuluk olmaya başlamıştı. Haliyle yoldan geçen ve olayı bilmeyen, köprüde korkuluk var! diye geri döndüğü de oluyordu.
Yaşlı amca ilk günler, gelip geçenlerle konuşur ve dertleşirdi. Sonraları konuşmamaya ve hiç kimseye bakmamaya başlamıştı. Yüzü solmuş ve hayata küsmüş bir hal almıştı. Arada çarşıya gidenlerden istekte bulunurdu. Onlara parasını vermeden geri çevirmezdi. Daha sonra ise sanki istermiş gibi yiyecek bırakanlara para vermediği gibi doğru dürüst bakmazdı.
Mahalle de herkes “Derenin rüzgârını yiyen iflah olmaz,” diyordu. Çünkü yağmurda bile naylona sarınıp oturmaya devam ederdi. Çevresi ve görevliler bu durumda ustaya müdahale etme ihtiyacını duymadı. İnsanlar duyarsız kaldılar. Özellikle görevliler, onu göz göre göre köprüye teslim etmeyeceklerdi.
Köprünün korkuluğu, zayıflamış ve gerçekten bir deri bir kemik kalmıştı. Yazık diyorlardı ama korkulukta kimsenin yardımını da istemiyordu. Çocuklarını da kesinlikle dinlemiyordu. Sabah çıkıyor, işe gidermiş gibi köprüye varıyor ve akşam dönüyordu.
Çocukluk arkadaşları, yanına geldiğinde tedirgin oluyordu. Arkadaşları bir süre oturur ve yılların onlardan götürdüklerinden bahsederlerdi. Arkadaşların ısrarı, onu doktora görünmekti. Dükkanını, çırağı açıp kapatıyordu. Çırak arada köprüye gelse de yarasına merhem olamıyordu.
Korkuluk konuşmaya direnince ona verilenleri de almamaya başlamıştı. Bu durumda bir şey de yememiş oluyordu. Yanına eski bir fener getirmeye başlamıştı. Yalnız fener ancak kendini aydınlatıyordu. Gelen giden görsün diye taşıyorum, diyormuş.
Derenin akışı, çağıltısı, onu kendinden geçirdiğini söylermiş. Suya bakarken uyur ve akşamı edermiş. Son zamanlardaki duyarsızlığının ve insanlarla ilgisini kesmesinin nedenini çözemiyorlardı. Bugüne kadar doktora da götüren çıkmamıştı. Fakat birkaç gün sonra onu zorla da olsa hastaneye yatıracaklardı.
Okuldan gelirken korkuluğun tarafından eve gitmeyip resmini çizeriz, dedik. Karakalem çalışması iyi olan arkadaş resim kâğıdını çıkarttı. Korkuluğun resmini çizdi. Öğretmen beğenmiş, hatta resmi yağlı boya tablosu haline getirmişti.
Saçları uzamış ve gözleri şaşı bakmaya başlamıştı. Kimseyi görmüyor gibi bir davranış sergiliyordu. Arkadaşları sana bir kulübe yapalım, yağmurda ıslanmazsın, demişler de kabul etmemiş. Çünkü emekli olmadan önce, meydana yakın çınarın altına, kendisi kulübe yapmak istemiş fakat yerel yönetim engel olmuştu. Yine engel olurlar demiş. Onu tanıyanlar “Ne idi ne oldu,” demekten kendini alamıyordu. Hanımından sonra “Eve sığamıyorum, içim daralıyor ve patlıyorum,” diyormuş.
Köprüde ne kadar oturuyorsun? diye soranlara; konuşmak istemese de sabah akşam demekle yetiniyordu. Doktora götüreceğiz, diyenlere de gözlerini kapatıp dereye dönmekle cevap veriyordu. Derenin bulanmasından hoşlanmadığını ve sel durumunda eve kaçtığını söylermiş.
Keser ustası, kaderine boyun eğmiş ve köprünün üstünde uyur hale gelmişti. Yarın son günüydü, görevliler gelip hastaneye yatıracaklardı.
Gece başlayan yağmurla birlikte, görevliler panik halinde köprüye koştular. Ekip ne yapacağını şaşırmış haldeydi. Çünkü dere taşmış ve sel suları önüne geleni süpürmüştü. Korkuluk yerinde yoktu. Çünkü sel köprüye çıkmış ve korkuluk sele kapılmış olmalıydı.
Sel, köprüyü götürememiş fakat üzerinde korkuluktan eser kalmamıştı. Böylece azgın sular keser ustasını, alıp götürmüştü.
Korkuluktan geriye, başını yasladığı parmaklıklar kalmıştı. Evinde buldukları notta; “Suyun çağlamasına uyandım. Sandal gelirken, birden kanatlandı. Beni de kanatları altına aldı ve deryaya kavuştuk.” Bu satırları kaç gün önce yazdığı bilinmiyordu.
Keser ustası da tarihe nokta koyup deryaya akmıştı.
Hasan TANRIVERDİ