İnsanoğlu tarihi süreçte her konuda olduğu gibi yönetişim konusunda da sürekli gelişmeye açık adımlar attı.
Bu konuda en kapsamlı adımlardan bahsetmek gerekirse, teorik açıdan Helen, pratik açıdan Roma döneminden bahsedebiliriz.
Helen döneminin başta Sokrates-Platon-Aristoteles olmak üzere yüzlerce filozofla teorik alt yapısı oluşturulan birey-aile ve topluma dair fikri birikim; Roma’da ete kemiğe bürünerek teşkilatlandı. Bugün dahi; dünyada siyaset, hukuk ve iktisada dair cümle kurarken M.Ö.’ki 3 asrın birikimini hatırlamadan geçemeyiz.
Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah, “müminlerin idareleri, aralarında şura iledir” (Şura, 42/38) ve “her konuda onlarla müşavere et” (Al-i İmran, 3/159) ayetleri ile yönetişimin çerçevesini çizdi. Emirlerin ilk muhatabı Muhammed Mustafa (s.a.v.) ve Hulefa-i Raşidin (r.anhum) uygulamalarıyla geniş istişare tabanlı bir yönetişimin dev adımlarına imza attılar. 30 yıl süren ve tarihe asr-ı saadet ismiyle kayıt düşülen bu dönem maalesef “ısırıcı bir saltanat”la inkitaya uğradı. Babadan oğula geçen sistem içerisinde kişinin kalitesinden kaynaklanan iyi uygulamalar barındırsa da sistem olarak Peygamber ve Hulafa-i Raşidin uygulamalarından uzaktı.
M.Ö. 264-146 yılları arasında yaşayan tarihçi Polybius, Roma Devleti anayasasına atıfla idareyi birbiri arasında tam bir dengenin kurulduğu üç unsura dayandırır.
Her biri egemenlik sahibi üç güç devlet bütünlüğü içerisindeki payı eşitlik ve tarafsızlık itibariyle titizlikle düzenlenmişti; öyle ki, kimse Roma’nın yerlisi bile, bu anayasanın aristokratik ve demokratik veya despotik olduğunu söyleyemez.
- Konsüller: Üst düzey yönetici olarak, bir yıl süre için seçilirler, savaş dönemlerinde orduya ve lejyonlara (orduyu oluşturan büyük birlikler) komuta ederler. Tribun hariç halkın yönetimi konsüllerin yetkisindedir. Yabancı elçileri senatoya takdim eder; müzakere konularını onlar belirler ve kararların uygulamaya konulmasını takip ederler. Yine; şayet halkın onayını gerektiren başka hususlar varsa, bunlarla ilgilenmek, halk meclislerini toplamak, önergeleri bu meclislerin değerlendirmesine sunma ve çoğunluk kararının uygulamaya konmasına vaziyet ederler. Savaşa hazırlık konusunda mutlak güç konsüldedir. Müttefiklere kendi uygun gördükleri tekalifi(vergi, salma, görev) dayatmak, askeri yargıçları tayin etmek, askeri sicil defterlerini tutmak ve aralarında uygun olanları seçmek onların sorumluluğundadır.
- Senato: Her şeyden önce hazineyi ve tüm gelirleri, ödemeleri ve harcamaları denetler. Çünkü hazine görevlileri konsüllerin harcamaları dışında, senato kararı olmaksızın devletin hiçbir organına para çıkaramazlar. Olabilecek en büyük masraf da –kamu binalarının onarımı veya inşası için her lustrum’da beş yılda bir kensor’lar tarafından yapılan masraf- senato onayına tabidir. Benzer biçimde, İtalya’da işlenen ve vatana ihanet, komploculuk, zehirlenme veya taammüden adam öldürme gibi kamu soruşturması gerektiren tüm suçlarda senatonun yetki alanına girer. Yine; İtalya dışında savaşan toplulukların arasını bulmak üzere elçi göndermek ve onları uyarmak veya gerektiğinde haciz işlemi uygulamak veya teslimiyeti kabul etmek veya savaş açmakta senatonun işidir. Aynı çerçevede, yabancı elçilerin Roma’ya kabulü ve onlara verilecek cevaplarda senatonun inisiyatifindedir.
- Tribun: Halkın seçimle gelen temsilcilerinden oluşan tribün konsül ve senatoyu oluşturmak ve denetlemekte tam yetkilidir. Erdemin ve cezanın tek kaynağı halkın temsilen tribundür. Tribun, ölüm kalım meseleleri, hatta şayet ciddi bir miktar görülüyorsa, yaptırımının para cezası ve özellikle de sanığın yüksek düzey devlet görevlisi olduğu durumda, hükmü verecek olan tek mahkemedir. Aynı şekilde; hak edenlere makam bahşeden de –ki erdemin en saygın ödülüdür- tribündür. Yasa koyma ve yasaları yürürlükten kaldırma gücünün de kayıtsız şartsız sahibidir. En önemlisi, savaş barış meselelerini tartışıp karara bağlayıp, yürütmeyi konsüle gönderen tribundür. Bir yıllığına seçilen konsüller görevleri sona erdiğinde tribünde halkın temsilcilerinin önünde hesap verirlerdi.
M.Ö. 2. Asırda Roma’da yönetimin 3 farklı erke bölünüp birbirlerini dengelemeleri böyle sağlanmıştı. Devletin organları arasındaki güç dağılımı , her türlü acil durumla yeterince baş edebilecek bir birliği ve daha iyisi bulunmayacak bir anayasal düzeni ifade etmekteydi. Çünkü ne zaman bir dış tehlike bu güçlerin bir araya gelerek tek vücut halinde hareket etmesini gerektirse, senatoda toplanan güç, öylesine olağanüstü güçtür ki, yapılması gereken her şey, tüm sınıflar tarafından hevesli bir rekabet ve durumun dayattığı adanma, kararlılık çerçevesinde başarıyla yürütülürken; kamuda ve özel olarak çalışan her birey de elindeki işi başarıyla tamamlamaya odaklanır. Dolayısıyla devletin bu kendine has düzeni, elde edilmek üzere kararlılıkla girişilen her şeyin elde edilmesini kesinleştirir ve çok çekisi kılar. Dahası, bu gibi dış tehlikeler atlatıldıktan sonra bile –insanlar zaferin ve zaferin meyvelerinin keyfini çıkarır ve her zaman olduğu gibi, kendini beğenmişlik ve tembellikle yavaş yavaş yozlaşmaya başlayıp saldırganlık eğilimi gösterirse- mevcut düzenin istismarını ıslah edecek güce her zamankinden çok sahip olduğu görülür.
Söz konusu üç gruptan herhangi birinin kibirlenip haksız yere saldırgan eğilim sergileme ihtimali, üç sınıfın birbirine karşılıklı bağımlılığı nedeniyle ortadan kalkmakta; böylelikle, tarafların birbirinden çekinip birbirini denetlemesi suretiyle yasama-yürütme ve yargı erklerinde tam bir denge oluşmaktadır.
( www.insaniyet.net sitesinde yayınlanan yazımdır.)