“Eski sabahlığımın mutlak efendisiydim. Yenisinin kölesi oldum.”
Bu sabah, köşeleri kullanılmaktan aşınmış kitaplığımın önünde durup yeni bir kütüphane hayal ettim. Şöyle odanın dört duvarını çeviren, kaliteli ahşaptan yapılmış, estetik ve fonksiyonel olanlardan… Hemen yanına aynı tarzda bir çalışma masası da harika olur diye düşündüm. Yeni masa fikri öyle hoşuma gitmişti ki hayalimde yeni gösterişli masamda yazılar yazmaya, kitaplar okumaya başlamıştım bile. Ta ki kulağımda Diderot’ un “ Köle olma” diyen sesini duyuncaya kadar.
O nasıl köle olmuştu peki!
Duygum değişti, “Köle olma” sözüyle boşalan hayal dünyama bu kez ünlü düşünürün yaşadığı acı deneyim yerleşti. Yoksul bir hayat sürerken nasıl zengin olduğunu, kırmızı kadifeden yeni bir sabahlığın hayatını nasıl değiştirdiğini anlattığı makalesinin görünmez şahidi oluverdim:
Diderot üzerinde emanet gibi duran yeni kırmızı kadife sabahlığa, eskileri acımasızca atıp yerine yenilerini koyduğu ruhsuz eşyalarına baktı dalgın gözlerle. Çok üzgündü…Yeni sabahlığa yeni bir masa yakışır diyerek değiştirdiği cilalı yazı masasına oturdu. Mutlu günlerinden geriye kalan tek eşyası olan kalemini aldı yavaşça, mürekkep dolu hokkaya batırıp, yazmaya başladı:
“Neden saklamadım onu sanki? O bana alışmıştı, ben de ona… Vücudumu sıkmadan bütün kıvrımlarını sarıyordu; göz okşayıcı ve yakışıklıydım. Diğeri kaskatı ve kolalı, beni hantal gösteriyor. Oysa berikinin teveccühü her ihtiyacı karşılamaya hazırdı – malum, fukaralık hep vazifeşinastır. Bir kitap tozlanmaya görsün, silmek için eteklerinden biri hazır ve nazırdı. Koyulaşan mürekkep, tüy kalemimden akmayı reddetse, yan tarafını uzatıverirdi. Üzerindeki uzun siyah çizgilerden belli olurdu bana sunduğu hizmetler. Bu uzun çizgiler litterateur’ü, yazarı, çalışan adamı ele verirdi. Oysa şimdi işe yaramaz bir zengin havası geldi üzerime. Kimse kim olduğumu bilmiyor.
Onun içindeyken, ne bir uşağın sakarlığından korkardım ne de kendi sakarlığımdan; ne alev alacak diye endişelenirdim, ne de üstüne su dökülecek diye… Eski sabahlığımın mutlak efendisiydim. Yenisinin kölesi oldum.
Altın postun başında nöbet tutan ejderha tasalanmamıştır benim kadar. Endişe sarıyor dört yanımı.
Genç bir kızın nazına, merhametine teslim olmuş kara sevdalı ihtiyar, sabahtan akşama sızlanır durur, “nerede benim o iyi, o eski kâhyam” diye. “Onu bu kız yüzünden kovduğum gün hangi şeytana uydum kim bilir!” Sonra da ağlar, iç çeker.
Ağlamıyorum, iç çekmiyorum, ama içimden sürekli şöyle diyorum: Alelade kumaşı allayıp pullayıp ona fiyat biçme sanatını icat edene lanet olsun. Saygı ve hayranlık duyduğum şu kıymetli giysiye lanet olsun. Nerede benim o eski, alelade kumaştan, mütevazı, rahat çaputum?
Dostlarım, eski dostlarınızı muhafaza ediniz. Dostlarım, varsıllığın size dokunmasından sakınınız. Benim durumum size ibret olsun. Yoksulluğun kendine has özgürlükleri vardır, zenginliğin de mahzurları.”
Odamın gerçekliğine döndüğümde eski kitaplığım ve masam gözümde daha değerli, daha da güzeldi. Beni anlatan eşyalarımın değerini hatırlamanın mutluluğu ise sonraki günlerimin de anlamı olacaktı.
Diderot’un sesi kendini tüketim çılgınlığına bırakmış biz insanoğlunun etrafında çaresizce dolaşır durur. Görmeyiz, duymayız çoğu kez. İhtiyacımız olsun ya da olmasın yeni eşyalar isteriz. Alırız, kısa bir süre sonra atarız; attığımızın yerine yenisini almak isteriz. Tekrar alırız ve tekrar atarız… Bu parasal ve duygusal tüketim döngüsü bir süre sonra yaşamın gerçek anlamından uzaklaştırır bizi. Birbirini bütünlediğini düşündüğümüz yeni eşyaların sahte ve geçici mutluluğunda yok oluşa doğru gideriz.
Ve bir gün gelir, yeni eşyalarımızın kölesi olarak uyanırız sabaha…
Verimli bir yaşam; sahip olduğumuz değerler, hayata bakış açımız ve bizi özgür kılan tercihlerimiz ile doğrudan ilgilidir.
Hepimizin, gereksiz tüketim ve karmaşadan uzak, sadeliğin güzelliği ile dizayn edilmiş özgür bir yaşam sürmesi dileğiyle.