Her yere mi seni yazmışlar, nereye baksam sen. Ya kelimeler sana benziyor kentte ya senden bildiğim başka türlü bir sürü izler. Yürümesini sevdiğim kaldırım kenarlarında bitmiş ayrık otları, bir kaç inatçı yaban çiçeği ve şehrin isine bulaşmış göz göz mazgallar. Senden bi-haber galiba parklar ve kimsesiz bahçeler. Dilenerek yayını çeken kemancıdan öğreniyorum, şehrin bütün acılarıyla üstüme üstüme yürümekte olduğunu. Kaçıp kurtulabileceğim bir tek yer var: Topal sandalyelerinde en güzel demin koklandığı bir çay ocağı. Kırmızı örtülerin altına gizlenmiş masalarından birine dirseklerimi dayıyorum. Rujundan, yanaklarından, al dudaklarından akıp giden kırmızılar boyanıyor gözlerimin önünde. Radyodan bir türkü yükseliyor, duvarlara çarpıyor, bana çarpıyor. Bir türlü çıkıp gitmiyor pencereden. Bütün bozukluklarımı bırakıp dışarı çıkıyorum. Bana dar geliyor bu gök, bu yer ve ikisinin arasındakiler.
Mevsim göç mevsimi. Başım havada geziyorum her mevsim bu vakitler. Bütün kuşlar başka memleketlere kanat çırpıyor. Nereye gitseler evleri oluyor, nereye konsalar yuvaları. Oysa benim hiç memleketim olmadı. Ne arkamda bırakıp özleyeceğim bir yer, ne vardığımda hasretimin dineceği bir çatı. Bütün kent bir otel odası olmuş bana. Giderken sılamı da almışsın, bana her yan gurbet oluyor.
Küçükken anneannemle izlediğim filmler gibi hayat. Kötü adamlar vuruyor, çalıyor, çırpıyor ve pis pis gülüyor. Ben gülemiyorum, oturduğum yerde dizlerimi göğsüme çekip kendimi zor tutuyorum. Anneannem “Film kuzum, film…” diyor ve ıslak kirpiklerime dokunuyor. Ama oturduğum banktan izlediğim dilenci çocuklarının kavgalarında, kimse bana bunlar film demiyor. Bir adam sinirli sinirli telefonda konuşuyor ve sevgilisinden ayrılıyor yanı başımda. Oturduğu yerden o kadar hışımla kalkıyor ki; simit parçalarımın telaşındaki bütün serçeler uçup gidiyor. Bir parkın ortasında, iki kelime boğazıma düğümlenip kalıyor.” Film kuzum, film…” Yerdeki taşlara iki damla gözyaşım düşüyor, etraftan utanıyorum. Mendilimi de almışsın giderken, kalkıyorum ve hızla uzaklaşıp parktan, başım önde çıkıyorum.
Yalnızlığımı en güzel anlatan bir kalabalığa dalıyorum. Ya bir ucuzluk satılıyor, ya meşhur biri geçiyor ya da bir ölüm izleniyor. Bütün bu yüzleri bir yerden tanıyorum. Kiminde toyluğum, kiminde gençliğim, kiminde huysuz hallerim bana bakıyor. Gülümseyen bir halimi bulamıyorum. Huzurumu da almışsın giderken. Olduğum yere çöküp kalıyorum. Yüzümü avuçlarımın arasında alıyorum. İnsanın yüzü alınır mı giderken? Kalabalık uğuldamaya başlıyor. Soğuk bir siyah oluyor gölgeleri üzerime. Bütün renklere mi seni boyamışlar, her yanım kararıyor, akşam oluyor kentte.
Bunca kitap, dergi, gazete nerede yazılıyor, kim yazıyor bu kadar harfi üst üste? Kim okuyor bunca öyküyü, şiiri, bunca mektubun okuyanı kim? Cevaplamadığın mektuplarımın izleri duruyor masamın üzerinde… Kime dert oluyor bir mısra için bölünen uyku? Sonu gelmek bilmeyen bir öykü için tavanda çıkan savaşın, çarpışan kılıçların ve naraların, çığlıkların getirdiği yorgun şafaklar kimin umurunda? Uykumu da almışsın giderken. Yatağım düşman oluyor bana. Yastığım hasmım, yorganım mezar kazıcım. Bir kelimeye daha kaç mana vereceğiz yalnızca bir kalemle? Kaç yaprağa sığdırmaya çalışacağız bir bakışı sadece?
Sokağın başını tutmuş hayat kadınları kadar onları alıp uzaklaşan arabaların sahiplerini de sevmiyorum. Damarlarında toz dolaştıran müptelalar kadar onların amcaları, dayıları da günahkâr. Mısralar ile savaşıp kan ter içinde kalan bir şairle birlikte kelimelerini öksüz bırakan yârini de öldürmeli. Elime keskin bir kalem alıp çıkmalı sokağa. Lambası hala yanan her eve dalıp saplamalı kalemi. Bu saatte neyi yazıyor bir şair, kimi okuyor bir okuyucu?
Her şiir, bir duygu israfı. Ses oyunları için çok geç kalmış bütün insanlık. Yakışıklı harfleri bulup çıkarırken, kanayan tırnakların gıcırtısından bir sevdayı kâğıda dökmeye uğraşmak nafile artık. Çok kalpsiz kalmış bütün medeniyet. Kalemin keskin ucuna kıyıp saplamalı ardı ardına bütün şairlere… Sevgimi de almışsın giderken. İnsanı insan olmasından gayri başka bir sebep aramadan sevmeyi öğreten Bektaşi’nin, Yunus’un oğluydum ben. Mecnun’un yana döne eriyip tükendiği çölün orta yerinde bir vahaydı odam, çalışma masam. Ferhad, benim dizelerimden kazmalarla delik deşik etti dağı. Hiç karşılıksız sevmeyi öğrendiğim insanlıktan bana kalan; odunlardan başka bir şey değilmiş kütüphanemde.
Küçük bir ateşi söndürmeye su lüzumsuz, bir kucak odun da yeter. Büyük bir ateşi daha da harlandıracak bir kucak odunla, sönüverir küçük bir ateş. Yüz binlerce harf, bembeyaz yapraklar dolusu yürek, hepsi benim kalemim, benim gözümden nur sayfalarda ve bir avuç talaş oluyorlar sen ellerine aldığında. Raflar dolusu odun, sıra sıra dizilmiş tahta kıymıkları. Bana batıp acıtmış ve dişimi sıka sıka çıkarıp sana batıramadığım dizeler. Elime alıp evirdiğim, çevirdiğim ve geri yerine koyduğum kıymıklar.
Karnım acıkınca daha iyi anlıyorum. Bir avuç tarhana ne emeklerden sonra boğazdan geçer. Ayağındaki pabucun boyasındaki vaks nasıl yakar adamın burnunu sızım sızım. Tepsiye dizilen balıkların her biri ayrı bir mucize gibi çırpınır ağlarda. Yaşamın küçük küçük sihirlerden ibaret olduğunu anlatan bir şairin derdidir, tasasıdır bütün başka her şey. Günlük koşturmacalar arasında söylenen yalanların bir bir ayıklandığı tek yerdir şiirler. Bir derenin kenarından yakılmış ağıtlardan okuduğundur gerçek. Muhammed’e inanmayıp ‘şair’ diyenler, Musa’nın sözlerine ‘büyücü’ diyenler ve İsa’yı çarmıha çivileyenler sadece okuyup duranlardı. Yazmak ne hüner, ne maharetmiş anlayana.
Eski bir öyküden, ezbere bir şiirden, bir takvim yaprağındaki manilerden okuyorum gözlerini. Her yere mi seni yazmışlar, kurtulamıyorum. Yirmi-dokuz harfin her biri dile geliyor karşımda. Utanıyorum cümlelere verdiğim meşguliyet yüzünden. Ucunu her açtığımda yaralanan kalemden utanıyorum. Kâğıtlarımın suratı asık. Hiç kullanmadığım silgim gülümsüyor sadece. Kalkıp biraz dışarı çıksam, hava alsam iyi gelecek. Çıkamıyorum. Bir şey beni tutuyor, oturtuyor olduğum yere. Anlaşma yapıyoruz kâğıdın köşesinde bir yerde. Mağruriyet yasaklı bir kelime, inat ve isnat tehlikeli paragraf başları. Hiçbir şiir gururla başlamaz. Hiçbir mektuba isyan yakışmaz. Vuslat ne güzel bir kelimedir. Masumiyet, en az kâğıdın beyazlığı kadar okşayabilmeli okunduğunda. Şehrin karanlığından bahsederken herkes, ay ışığındaki küçük bir öpüşmeyi yazmalı. Güven, sadakat, vefa ve bütün bir halde aşkı anlatmalı. İnsanın insana verdiği bir sözdür aşk. Söz’ü sözcüklerle yazmalı.
Retinaya düşüp beyinde çözülen şifreler her bir kelime. Fakat ya şansım yaver gider de, bir kızın yüreğine inerse diye sadece bir harfim bile, daha da yazmalı. Yazıyorum. Yazdıkça anlıyorum; ahlakımı alamamışsın giderken.