Memleketimden ilk defa yeni havalimanından dönecektim Adana’ya. Bulancak’tan on- on beş dakika içinde vardım ORGİ’ye. Baktım sadece iki kapı var. Az insan, ortalık sakin. Tabi bunun iyi bir şey olmadığını kısa zamanda anladım. Çünkü (belki uçağı doldurmak için) epey gecikmeli başladı yolculuk. Aktarmalı olarak önce İstanbul’a indim.
Eyvah dedim, geç kalacağım. Bana sonsuz kadar görünen kapı var. Neyse G9 kapısıydı sanırım, oraya ulaştım. Baktım daha uçağa almaya başlamamışlar. Gidip elimi yüzümü yıkayayım, dedim. Aynanın önünde uzun sarı dalgalı saçlarıyla, bembeyaz giysili, kahverengi tenli, kalın dudaklı ve geniş burunlu hayli güzel bir genç kadın süsleniyor. Bu hissi daha önce de yaşamıştım, kim bu kadar süslenirse onu bekleyen önemsediği bir karşı cins oluyor genellikle. Hem bunları düşündüm hem de önyargımdan dolayı kendime kızdım. O ara tuvaletin giriş kapısında bir hareketlilik oldu. Bir kadın mahcup bir sesle “Sizin için sakıncası yoksa tuvaleti kullanabilir miyiz?” dedi. Baktım engelli bir gencin elinden tutuyor. Elimden gelen en rahatlatıcı sesle “Elbette!” dedim. Genci tuvalete girdirdi. Elindeki ıslak mendille önce kapağı sildi. Ben “Klozet örtüsünü kullanabilirsiniz.” dedim. Daha fazla oyalanmadan çıktım.
Bir iki telefon görüşmesi yaptıktan sonra kapı açıldı. Otobüse bindik. O ara yağmur başladığı için herkeste bir telaş vardı. Otobüs kalabalık oldu. Bir demirden tuttum. Kafamı kaldırdım. Bir çifte kumru ile karşı karşıya kaldım; biri o yabancı asıllı genç kadın. Diğeri oldukça yaş almış bir adam. El eleler. İçimden kızdım. Senin dedim, kesin evde bekleyen çoluk çocuğun belki de torunların vardır. Neyse o ara nedenini anlamadığım öfkem biraz hafifler gibi oldu. Çünkü adam, bebekli genç bir hanıma yer verdi. Beni rahatsız eden aralarındaki yakınlık kesildi.
Uçağa binmek için otobüste hayli bekledik. Uçağa ulaştığımızda uçağın büyük kısmının dolduğunu gördüm. Ön kapıdan binerken o ön tarafta oturan “herkes beni tanır” bakışlı birkaç kişinin burnu havada tavırlarından sonra yerime ulaştım. Nasıl olmuşsa uçakta ne kadar bebek ve çocuk varsa o bölgeye vermişler. Bu kez uçak tıklım tıklım.
Yanımda biri solunda bir kucağında iki çocuklu genç bir kadın var. Çocuklar çok tatlı. Kendisi de. Uzun sürmeden sohbet koyulaştı. Hani hiç tanımadığınız kişiye tüm hayatınızı anlatırsınız ya o cinsten. Biri üç buçuk yaşında, biri on beş aylık çocuklarının. Ama çok dertli. Eşi hafızmış. Din görevlisi olarak çalışıyormuş. Bir buçuk yıldır İstanbul’da yaşıyorlarmış. Derdi “liyakat”. “Babam bizi zor şartlarda okuttu” dedi. Ziraat mühendisliğini bitirdikten sonra çocuk gelişimi okumuş. ‘Hep derece yaptım’ diyor. Bir taraftan okurken diğer taraftan birçok sertifika almış. “Hiçbir işe yaramadı”, diyor. Polis olmak için de çabalamış ama olmamış. “Çevremde zar zor okuyan, vasfı olmayan insanlar nerelere geldi.” diyor. Ben de dilim döndüğünce sen kapıları kapatma dedim. Her sene mutlaka kenarda bir KPSS puanın olsun. Mülakat da kalkacak…
Biz konuşurken çocuklar uyudu ama yolculuk normal sürenin hayli üzerine çıkıtı. Biz sürekli Niğde Mersin istikametinde dönüp durduk. (Haritadan gördüm.) Uçak bunaltıcı oldu. Diğer yolcuların çocuk ve bebeklerinde ağlamalar arttı. Biri koridorun diğer tarafında oturan üç yaşlarındaki bir çocuk, diğeri arka koltukta olan iki çocuk kusmaya başladı. O ara çocuklar da ağlayarak uyandılar.…
Sonunda pilot anons yaptı; “Kötü hava koşullarından dolayı iniş yapamıyoruz!”
Ben tecrübelerime dayanarak arka tarafta kemerlerini bağlamış kabin görevlilerine baktım. Tamam dedim, tehlikede değiliz. Yüzlerinde endişeli bir ifade yok. (Tabi bu onların iyi eğitimli olmalarından da kaynaklanıyor olabilir.) Sonunda inişe geçtiğimiz haberi geldi. O ağlama sesleri arasında yine bol dualı heyecanlı bir iniş yaptık…
Tüm yaşananlara rağmen, uçak hâlâ en güvenilir taşıt diye kendimi teselli ettim…