Çelemli’de köy çocuklarının en çok vakit geçirdikleri yerlerden biri de, altlarından akıp giden derenin kenarıydı. Burası yaşlı köy evinin bahçesi boyunca kıvrılıp bükülen küçük bir suyun kıyısıydı. Kavak, söğüt ağaçlarının üzerinde serçe, sarı bülbül ,karakafalı kuşları cıvıldar, derenin ninnisine eşlik ederlerdi. Sert dönemeçte biriken sular küçük bir göl oluştururdu.Yokuşu inerken yolun dereyle birleştiği yerde yılların eskittiği tahta köprü bulunuyordu.
Üzerinde her zaman çocuklar kümelenir, altlarından kayarak geçen suyun büyüsüne kapılıp saatlerce oradan ayrılamazlardı. Küçücük şelalesinin köpüklerinde atlayan balıkları sayarlardı. Bazen da güneşlenmek için kayaların üzerine çıkan su kaplumbağalarına küçük taşlar atıp onları ürkütürler, telaşla suya kaçışlarına gülerlerdi. Yörede yarpuz denilen köpek nanelerinin üzerinde kelebekler uçuşur, kurbağa nağmelerinin ardı arası kesilmezdi. Sanki doğadaki her şey koro halinde yaşam denilen oyunu her an sahneye koyardı… Kuşlar dur durak bilmez, kimseyi dinlemezlerdi. Bu dere kenarında, bu mütevazı köprüde çocukların istediği her şey, hatta fazlası vardı …
Köprü çocukları; bakımsızlıktan uzamış saçları, burunlarının ucundaki çatlaklarla ve toprakla oynamaktan turaç göğsü gibi çilli boyunlarıyla tepeden tırnağa kirliydiler. Basit ama özgür köy hayatı, onları da kendine benzetmişti. Çoğunun hayalleri de basit, kılıkları gibi birbirine benzerdi; öğretmen, polis hatta artist olacak, ya da zengin olup motosikletle köye geri gelerek ailelerini şaşırtacaklardı. İçlerinden birinin onlardan ayrılan bir yapısı vardı. O ressam olmak istiyor, devamlı derenin, köprünün resmini çiziyor çevresindekileri öyle şaşırtmayı seviyordu. Köprübaşı’nda kurdukları nice hayalleri birbirleriyle, kuşlarla böceklerle, balıklarla paylaşıyorlar, dere de onlar şahitlik ediyordu.
Ali’yle abisi Hanifi evden çıkar, o dere senin, bu vadi benim doğada hırpalanıp akşam eve kendilerini son canla zor atarlardı. Her sabah temiz gittikleri doğadan akşama kadar ruhlarını temizleyip bedenlerini kirleterek eve girerlerdi.Annelerinden yedikleri zılgıttan sonra yemeğe geçerler, yorgunluktan sofra başında uyur, ayak kontrolüyle uyanırlardı. Gündüz dağ bayır dolaşmaktan ayakları dikenle dolar, azar işiteceğiz diye annelerine söylemezlerdi. Ama o nerelerde, kimlerle gezdiklerini yine de bilirdi. Eline iğneyi alır, gündüz batmış, biraz da iltihaplanarak yerini belli etmiş dikenleri bir bir çıkarırdı. Sonra nasihatler gelir, hangi çocuklarla gezerlerse kötü, hangileriyle arkadaşlık ederseler hırsız olacaklarını bir bir ortaya dökerdi. Çocuklar birbirine anlamlı bakarak annelerinin öngörülerine hayret ederlerdi. Çünkü her dediği çıkardı.
Bir gün, köprünün üzerinde otururken Fethi adındaki arkadaşları heyecanlı bir telaşla koşarak yanlarına geldi, nefes nefeseydi. Etrafına bakındı, söylemekle söylememek arasında tereddüt etti, dudakları kurudu, yutkundu ’’Arkadaşlar, yaşadık! Yaşadık! Kırmızı pantolonlu bir çocuk, derenin kenarında bir taşın altına para koydu.’’ dedi. ’’Nasıl olur, iyice baktın mı? Emin misin?’’ ’’Hem de bir sürü para, kağıt da var, demir de…
’’ Gökkuşağının altından geçince kız olacaklarını zannettikleri yaşlardaydılar. Yalanla gerçeği ayırt edecek olgunlukta değildiler. Çocuklar koştu. Birinin sakladığı parayı almakta bir sakınca görmemişti birçoğu… Ali’yle ağabeyi hemen karşı çıktılar .’’Olmaz, almayın parayı, kırmızı pantolonlu çocuk çok üzülür sonra! Hem bu para bizim değil ki! Ya annesine ilaç alacaksa, ya çok fakirse!’’. Taşı kaldırdı Fethi: ‘’İşte bu taş!.İşte burada paralar…
‘’ Kırk liranın üzerinde bir paraydı. Belli ki kırmızı pantolonlu çocuk, elli liranın birazını harcayıp gerisini saklamıştı taşın altına.
Elinde bir avuç para ile Fethi önde, diğerleri etrafında halka oldular, koştular bakkala… Yaz helvası, kaymaklı bisküvi, gazoz; ne varsa alındı.. Bisküvileri açıp kaymaklı tarafını diğer parçasıyla kazıyıp yiyorlar, sonra sade hale gelmiş bisküviyi atıştırıyorlardı.. İki çocuktan yine itiraz …’’Biz yemeyiz, haram olur, annem tembih etti. Dinleyen kim?
Bir iki saat sonra kafile yine yola koyuldu. Bu sefer hedef meydana ismini veren büyük çınarınaltında karsambaç yapan Şeyettirici’nin yeri. Çocuklar sandalyelere kuruldu. Buzlu karsambaçlar geldi. Büyük işler başarmış adamların edasıyla sandalyelere kuruldular. Kahvehanede sandalyeye oturmak büyük işti. Oturmak için büyük olmak gerektiğini unutuvermişlerdi. Dobralı Osman takıldı ‘’Ne o lan ,adam mı oldunuz başımıza? Şunlara dana dişi bakan yok mu? (Dana dişi bakmak: Küçük çocuklar kahvehanelere alışmasın diye ağızlarına tuz döküp ovalanır. Ağzını hile ile açtırıp ‘’Bakalım dişlerin dana dişi kadar olmuş mu?’’ deyip ağzı açtırırdı.)
Tekrar oyuna gidildi. Biraz oyun oynandı ama çocukların aklı hep bakkala gitmekte kaldı.Kalan parayı da harcayıp rahatlayacaklardı. Hani aklımızda duracağına karnımızda dursun misali. Fethi’de para bitmiyordu. ‘’Yaaa… Sağ olsun şu kırmızı pantolonlu çocuk. Bu gün krallığımızı ilan edeceğiz’’ deyip gülüşüyorlardı.
’’İkinci sefer hedefte, yine aynı bakakal vardı, çocuk telaşı ile acemiliği birbirine girmişti. Kara Cemil dikkatli bir bakkaldı,ikinci defa çocukları görünce hafiften işkillendi ‘’Ulan çocuklar ne çok paranız var sizin öyle! sabahtan beri harcayıp duruyorsunuz?’’. Fethi öne atıldı: ‘’Babam verdi Cemil Emmi, ‘Harcayın.’ dedi, biz de harcıyoruz.’’
O gün Fethi’yle arkadaşlarının günü çok iyi geçmişti. Daha önce hiç harcamadıkları kadar harcamışlar, paranın tozunu attırıp kökünü kurutmuşlardı. Çocuk olalı bayramlar hariç hiç bugünkü kadar mutlu olmamışlardı.
Akşam üzeri ayrılmaz ikili Ali’le ağabeyi yol kenarında oturuyorlardı. Yokuşun yukarısından, köy meydanı tarafından iki kişi belirdi. Biri adam, diğeri çocuktu. Yaklaşınca tanıdılar, Fethi’yle babası Gâvur Hasan’dı gelenler.( Gâvur Hasan lakabının adamıydı, sertçeydi.) Adam tokadı yapıştırıyor, Fethi yalpalayarak düşmemek için yol kenarındaki örme çit avlulara tutunmaya çalışıyordu.’’Alacan mı bir daha cebimden para ulan?’’. Fethi ‘’Tamam baba, vurma, yapma! Bir daha almayacam!’’. ‘’ Alıp harcayacan mı?. Elli lirayı nasıl harcadın ulan! Ben onu nasıl kazandım biliyon mu?’’Fethi’nin, dudakları kıpırdıyor, yolun bir önce bitmesi için dua ediyordu sanki. Yokuşu çıkıp eve vardıklarında Fethi’nin de babasının da sesi kesilmişti…
Ali, devamlı ağabeyiyle beraber oynardı, hiç ayrılmazlar, hiç kavga etmezlerdi… Belki de bu yüzden her şeyleri aynıydı.Duyguları, düşünceleri, zevkleri. Biri üzülse diğeri de üzülür, gülse gülerdi.O kadar ki ,görenler ikiz zanneder, isimlerini bile karıştırırlardı. Bazen sadece bakışmaları yeterdi, çoğunlukla konuşmadan anlaşırlardı. Ağabeyi Ali’ye uzun uzun bakarak’’Gördün mü? İyi ki biz harcamamışız kırmızı pantolonlu çocuğun parasını… Meğer kırmızı pantolonlu çocuk Fethi’nin ta kendisiymiş. Parayı da babası Gavur Hasan’ın cebinden habersiz almış!’’ der gibiydi.
ALİ AYAZ, Adana
27 Mart 2017, Adana