Osmanlı ile Cumhuriyetin kesişen noktalarından biri de bu hazineden geçinme ve devletten sağlanan imtiyazlar hususudur.
Cumhuriyet tarihine dair asgari düzeyde de olsa bir fikre sahip olmanın yolu, yine en azından II. Abdülhamit ve özellikle İttihat Terakki dönemini bilmekten geçiyor. Cumhuriyet bir yanıyla İttihat Terakki’nin zihniyetinin devamının ve bir yanıyla da ondan kısmen kopmanın tarihidir diyebiliriz. Cumhuriyetin bu devamlılık ve kopuşlar süreci, kendini iktidar içi çatışmalarda da göstermiştir.
Mithat Cemal Kuntay’ın Oğlak yayınlarından çıkan “Üç İstanbul”u ve Nahid Sırrı Örik’in “Abdülhamit Düşerken” romanları, edebiyatta sözünü ettiğim dönemlerin önde gelen eserleridir.
Bugünlerde her iki kitabı da tekrar okudum. Ve kimi kitapların ikinci defa okunmasıyla hem edebiyattan haz alınma tekrar yaşanıyor hem de eserdeki görmediğin yerleri görüyor, duyumsamadığın yerleri duyumsuyorsun.
Bu yazı bir kitap eleştirisi değil. Kitaptan bazı alıntılar yaparak bugünle bağlantılar saptamaya çalışacağım.
Cemal Kuntay’ın Sabahattin Ali’nin ihbarcısı olmasına bir mim koyarak devam edelim.
Kuntay’ın “Sonra Süheyla’yı düşündü. Bu kızın en ufak şeyden kızaran yüzünde Türk ırkının temiz kanı vardı. Altı yüz yıldan beri aktığı halde solmayan kan!…” (Oğlak Yay. S.200) gibi Türkçü, ırkçı görüşlerinin yer yer Üç İstanbul romanının damarlarında aktığını görsek de kimi tarihi kişiliklerin romanın güçlü kurgusuna yerleştirilmiş ve dönemin sosyal/siyasal panoramasının edebiyatın anlatım tekniklerinden yararlanılarak çizilmiş hali, kitabı okunası kılıyor.
Romanın Üç İstanbul adı, 33 yıllık II. Abdülhamit döneminin “İstibdat İstanbul’unu”; Hürriyet adına iktidara gelen İttihatçıların Abdülhamit’e rahmet okutturan “Meşrutiyet İstanbul’unu” ve I. Dünya Savaşı sonrası “İşgal İstanbul’unu” anlatmasından ileri gelir. Bu üç dönem, romanın baş kişisi Adnan’ı merkeze alarak işlenir.
Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul”u ve Nahid Sırrı Örik’in “Abdülhamit Düşerken” romanlarındaki ortak bir tarihsel gerçeklik, her iki romanı yatay bağlıyor. Abdülhamit’in sadrazamları, nazırları ve bürokrasinin ileri gelenlerinin yaş ortalaması neredeyse seksendir. Bu kadar yaşlı, kimi melekelerini yitirmiş, arabalarına bile yardımcıları vasıtasıyla binen, yolda yürümekte zorlanan bu insanların politik yetkinlikleri de sorunludur.
Herhalde bu da Abdülhamit’in bir taktiği; öyle ya, yaşlılardan muhalefet üremesi zordur!
Kuntay Üç İstanbul romanında, devletteki pozisyonlara göre yükselen ve düşen ailelerin bu süreçlerdeki kişilik değişikliklerini dramatik olarak anlatır.
Beyoğlu fethedilemeyen İstanbul’dur
Romanda İttihatçıların önde gelen kadrolarından olan Adnan, bir roman yazmaktadır. Romanında “Beyoğlu fethedilemeyen İstanbul’dur” diye bir cümlesi vardır. (61)
Peyami Safa’nın 1931 yılında yayınlanan “Fatih-Harbiye” romanının omurgasını da bu slogan oluşturur. Bu bakış tarzı (Müslüman Fatih, gavur Beyoğlu ikilemi) daha sonra ortaya çıkacak İslami romanların da ana aksını oluşturur. Kenan Çayır’ın Bilgi Üniversitesi Yayınlarından çıkan “Türkiye’de İslamcılık ve İslami Edebiyat” kitabı bu konuyu enine boyuna inceler.
Kuntay bunu Safa’dan ödünç almış olabilir, çünkü Kuntay’ın kitabı Safa’nın kitabından 8 sene sonra yayınlanmış. Belki de1890’larda Osmanlı’da şekillenen milliyetçiliğin önderliğini yapan İttihatçıların savaşa girmesiyle birlikte, “Beyoğlu fethedilemeyen İstanbul’dur” görüşü, ideolojilerinin siyasetteki mottosu haline geldi. Edebiyatta alttan alta işlevsel kılınmaya çalışılan bu anlayışın siyasetteki tezahürü büyük katliamlarla, fecaatlerle sonuçlandı.
Nihayet kendini Türk-İslam sentezinde konumlandıran bu anlayışın “Taksim’e cami” talepleri Erdoğan iktidarında gerçekleşti. Böylece Beyoğlu semti (Önceki adı Pera olup bu isim 1925 yılında resmen kaldırılmıştır) bu anlayışın taraftarlarınca ‘fethedilmiş’ oldu. Bu eylem tekil olmayıp devletin ideolojik aygıtlarınca topluma örtük halde zerk edilen fetih ve talan kültürünün kısmen de olsa hala canlılığını koruduğunun bir göstergesidir.
Kimi zaman simgeler, gerçekten güçlüdür!
Tarihte alttan alta akan gelenekle yoğrulmuş ve toplumda belli bir karşılığı olan siyasetin toplumdaki potansiyel gücü, hayatın bir döneminde fırtlayarak açığa çıkabiliyor. Bu gerçeklik, iradenin determinizm karşısındaki yenilgisi ve belki de çözümsüzlüğüdür.
Kuntay’ın tek romanı olan Üç İstanbul’un ilk baskısı 1938 yılında yapılıyor. Kitapta Cumhuriyeti kuran İttihatçı kadroların kendi aralarındaki çatışmada Kuntay’ın Enverci kanada karşı düşmanlık ölçeğinde bir tavrı var. Bu tavrını Sarıkamış’tan dönen bir binbaşının ağzından askeri kırdıran Enver Paşa’nın alelacele İstanbul’a “Kızaktan otomobile kadar bütün nakil vasıtalarına binerek kaçtı” (473) deyişinden biliyoruz.
İlginçtir, Kuntay İttihat Terakki’nin bir numarası Talat Paşa’yı sevme ölçüsünde tutuyor.
Kuntay romanında kurguladığı üç İstanbul’a da büyük tepki duyar. Abdülhamit devri de İttihat Terakki devri de işgal İstanbul’u da çürümüştür. Onun güneşi Ankara’dan doğmaktadır. Bu bakış tarzı Kutay’a özgü olmayıp erken Cumhuriyet dönemi edebiyatının genel seyri böyledir.
Tahtın dört ayağı
Kuntay roman kişisi Dağıstanlı Hoca’nın ağzından “Sultan Hamit otuz üç sene sarığa sırma takarak; taassuba maaş vererek tahtında oturdu efendi” diyerek, Abdülhamit’in tahtının iki ayağını çok iyi ifade ediyor.
Burada okurun karşısına “taassuba maaş vererek” cümlesinin bugüne düşen bir karşılığı var mıdır sorusu çıkmaktadır.
Tarih okumalarımdan bildiğim kadarıyla diğer iki ayağını da Denge Politikası (Osmanlı, dönemin güçlü imparatorluklarının denge oyunu tahterevallisinin merkez tepesine oturtularak yuvarlanmasına şimdilik izin verilmiyordu. Bu durum Erdoğan iktidarıyla pıtrak gibi çoğalan İslamcı propagandist kalemler tarafından Abdülhamit’in dünyayı idare etmesinin yüksek aklı olarak ileri sürülüyor. Hâlbuki dünya Abdülhamit’i idare ediyordu!) ve herkesin herkesi jurnal edebildiği müthiş bir hafiye teşkilatı (II. Abdülhamit aleyhindekileri bile, rüşvete ve bürokratik görevlere boğarak satın alıyordu.) oluşturuyor.
Tahtın ilk iki ayağını İttihatçılar kırdı. İttihatçılar son iki ayağını ise, işlerine geldiği için devam ettirdiler. Kalan o iki ayak da Birinci Dünya Savaşı’nda yer ile yeksan oldu.
Osmanlı ile Cumhuriyetin kesişen noktası
Osmanlı bürokrasisinde ve Saray çevresindeki paşaların zenginliklerinin kaynağı üretimden değil, hazineden ve devletten elde ettikleri imtiyazlardan geliyor. Bu öylesine köklü bir gelenektir ki, her türden elde edilmiş zenginlik yadırganmadığı gibi, içselleştirilmiştir de.
Bu gelenek İttihat Terakki’yle birlikte devam etmiş, Saraydan beslenenler tasfiye edilerek yerlerine yenileri gelmiştir. Cumhuriyet’te de bu mekanizma yok edil(e)memiştir.
Osmanlı ile Cumhuriyetin kesişen noktalarından biri de bu hazineden geçinme ve devletten sağlanan imtiyazlar hususudur.
Bizim gibi ülkelerde toplumun iktisadi ve siyasi hayatında büyük değişiklikler olsa da iktidar eylemenin kodları (Bürokrasi-siyasetçi-iş insanı üçgeninden ibaret egemen yapı) büyük ölçüde devam etmektedir.
Romandan tarih çıkarılmaz ama, tarihten roman çıkarılır. Kuntay’ın yaptığı da budur. Altını çizerek belirtelim ki, Kuntay’ın Üç İstanbul romanından (Ve benzer romanlardan) bir tarih yazımı oluşturulamaz. Ancak Üç İstanbul romanı, döneme dair okuyucuya bir perspektif de sunmaktadır.
Romanı okurken kimi kelimeler ve tarihi şahsiyetler hakkında açıklama ihtiyacı olduğundan, yanımızda Google da bulundurmalıyız.
(HŞ/AS)