Bir insanın yaşadığı ülkede sorduğu temel soruların başında, “Ben, kime güveneceğim?” sorusu gelir.
Bu sorunun açılımı şudur: Ben bu ülkenin polisine, askerine, yargısına, belediyesine güvenebilir miyim?
Bu soruyu kendinize sorun ve cevaplayın bakalım; siz bu kurumlara güveniyor musunuz?
Ben bu devlete dün de güvenmiyordum, bugün de!
Bu devlet, demokratikleştikçe güvenirim ancak ve o zaman devlete, devletim derim!
Bugünlerdeki birkaç örneğe bakalım.
Simge haline gelmiş Hrant Dink davasında bir adım ileri gidilemiyor!
Tetikçiler belli ancak onları sevk ve idare edenler ortada yok. Bir yığın ipucu var, ama hiçbirisi soruşturulmuyor.
Başbakanı protestolar alabildiğine sert bir şekilde bastırılıyor.
Protesto, bir özgürlüğün kullanımıdır. Protestoya bakarak, işine gelirse iyi, işine gelmezse bu bastırılmalıdır demek, faşizmin kurtçuk halidir. Mesele, protestonun icra edilişinde hiçbir şiddet öğesinin olmaması ve başkalarının özgürlük alanlarına müdahale etmemesidir. Ancak bu ülkenin yargısı, mecliste pankart açanlara bile büyük cezalar verdi. Daha şimdilerde bu ülkenin polisinin protestoculara saldırışı, tam bir vahşet!
Haydi gelin de, hükümeti protesto edin bakalım!
Haydi gelin de, başbakanı protesto edin bakalım!
Ülkede şimdi böyle bir korku bulutu dolanıyor.
Seyrantepe’deki stat açılışında Başbakanın müthiş bir ıslık seliyle protesto edilmesinin altında işte bu tepkiler yatıyor. Ve orada, protestocuların somut hedef olmaması, protestocular için bir fırsattı. Onlarda bu fırsatı çok iyi kullandılar.
Ey Başbakan, neye uğradığına şaşıracağına şu polisinin haline bak!
Cengâverliğe soyunmuş polisin, dünkü polisten bir farkı var mı?
Ergenekon sanığı teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin emniyetteki soruşturması sırasında telefonuna polis tarafından, o teğmeni zan altında bırakmak için Hizb-ul Tahrir örgütünün bir üyesinin telefon numaraları ekleniyor. İnceleme ile durum açığa çıkarılınca mahkeme, emniyete soruyor. Emniyetten gelen cevap, evlere şenlik: Yanlışlıkla yüklenmiş!
Biliriz emniyetin yanlışlıkla laflarını!
Biliriz emniyetin sicilini!
Şimdi ne düşüneceğiz bu Ergenekon davası hakkında?
Yargıtay, 5 yıl zarfında kendine gelen Hizbullah davası dosyasını sonuçlandırmadığından, davanın sanıkları, tutukluk süreleri 10 yılı aşınca tahliye edildiler. Yargıtay’ın dosyayı neden sonuçlandırmadığı itirazları yükselince, Yargıtay Başkanının, bu işlerin öyle boyacı küpü işlerine benzemediği, ciddi bir araştırma ve hukuk süreci gerektirdiği şeklinde açıklamaları oldu. Kamuoyunda Hizbullah sanıklarının tahliyesi konusunda vicdani tepkiler arttıkça, sanıklar hakkında tekrar tutuklama kararı çıkarıldı. Bu arada atı alan Üsküdar’ı geçti; sanıkların büyük bir bölümünü ara ki, bulasın; firardalar!
Yargıtay dün toplandı ve dosya hakkındaki kararını 9 saat içinde verdi: Sanıklar, müebbet cezaya çarptırıldılar.
Günaydın!
Günaydın ekselansları!
Hani bu iş boyacı küpü işine benzemezdi?
Hukuk ince işti, siyasete benzemezdi!
5 yılda verilemeyen karar, bir günde nasıl verildi?
Binlerce sıra bekleyen dosya arasından bu dosya öne alınamaz mıydı?
Öyle ya bu Hizbullah dosyasının, su anlaşmazlığı yüzünden komşusu Ali’yi öldüren Mehmet’in cinayet dosyasından bir farkı yok muydu?
Kıtır kıtır insan doğrayanlar şimdi neredeler?
Bu işlerin bu hale getirilmesinin sorumluları kimler?
Yargı ve hükümet, sizler ne yaptınız?
Bu ülkenin yurttaşında ciddi bir güven eksikliği, dün olduğu gibi, bugün de devam ediyor.
Ey devlet, senin en temel kurumlarına vatandaşın güvenmiyorsa, sen kimin devletisin?
Devleti yöneten ey hükümet, yönettiğin devlete güvenilmiyorsa, sen kimin hükümetisin?
Hükümetin birinci görevi, güvenilmeyen devleti, güvenilir hale getirmektir.
Bunu yapabilmesi için de önce kendisini güvenilir hale getirmelidir!
Polisinin polis, askerinin asker, yargısının yargı olduğu bir devlet istiyoruz!