Kibrit kutusundan yazı çıkartmak… Nasıl olur? Kibrit kutusundan kibrit çöpü çıkmaz her zaman. O sadece içersinde ‘vasati şu kadar çöp’ ibaresiyle, tanınmış, ‘tüplü çakmak’ denilen ucube çıktıktan sonra yerini onlara devretmiş bir hafızadır. Sözümüz ‘muhtar çakmağına’ değil. Çünkü o da geçmişi yad etmemize sebep olan başka bir hafıza sebebi.
Şair-yazar dostum İsa yar’ın ‘Lamure’ sonbahar sayısı için kaleme aldığı ‘Kibrit kutusunda hatıralar…’başlıklı yazısını okuyunca o günlere gittim. Aynı kültür ikliminde kırk küsur yıl yaşamış biri olarak bu yazının bende tedai ettirdiği şey, sanırım aynı nesil üzerinde de aynı tesiri göstermiştir. Tabiî yazıyı okumuş olanlar için.
Kibrit o zamanlar hayatın önemli parçalarından biriydi. Rahmetli dedemin ‘Nemlioğlu bir kibrit çöpü için hanımını boşamış’ bilgilendirmesi; bu nesnenin ne kadar hayatın içinde olduğunu aşikâr eyler. Kibrit bir hafızadır. Hem de önemli bir hafızadır. Böyle bir yazı bize hafızamızı canlandırmak için yetti de arttı bile. Doğrusu böyle bir konu için çok şey ifade eden bir yazı olmuş.
Bir kibrit kutusundan yazı çıkarmak kolay değil elbet. Basitmiş gibi görünen şeylerin taşıdığı mânâ tahminden çok ötedir bazen. Kibrit de öyle. Şayet onu basit bir çöp olarak görürseniz yanılıyor, hatta aldanıyorsunuz demektir. Çünkü bazı şeylerin ifade ettiği hakikati onu hakkıyla yaşayanlar bilir.
İsa Yar, yazının bir bölümünde o günlerin yaşantısını şöyle kaleme alıyor: “Elektriğin ve elektronik aletlerin imkânından mahrum ve fakat 14 numara gaz lambasının nice masal saklayan loş ışığında aydınlanan müstakil evlerde sükûnetle genişleyen ahenkli bir huzuru içten hisseden çocuklardık biz.” Evet öyleydik… Gaz lâmbasının o kendine has loşluğu, içimizi öyle bir aydınlatırdı ki bu günün nesline bu izah etmek mümkün değildir. Çünkü her odada yanan elektrikli lâmbalar sanki hep varmış gibi bir hisse kapılmamızı sağlamaktadır. Hâlbuki o zaman evlerde aynı anda yanan gaz lâmbası nadirattan bulunurdu. Ve biz o loşluğu dışarının karanlığı ve içimiz aydınlığı ile kıyaslardık hep.
O zamanlar her şey insan merkezliydi… Eşya daha bizlere hükmetmeye başlamamıştı. Hemen hemen birbirine benzer evlerde yaşardık. Yaz mevsiminin dışında benzer yanlarımız daha çok olurdu. İsa Yar’dan dinleyelim: “Üç mevsim kuzine/soba yanan kırmızı kiremitli Karadeniz evlerinde ocaklık tabir edilen kısımda (betona yüz vermemiş Anadolu evlerinde hala mevcuttur) umumiyetle fındık/kızılağaç odunuyla ocak yanar, sacayağı üzerinde bir yemek kazanı fokurdar, isli çaydanlıkta çay demini alırdı.”İsli çaydanlıklarda demini alan çaylar yok artık. Muhtevası bilinmeyen her türlü deterjan ile rengi defalarca parlatılan, neredeyse alındığından daha yeni görünen, ışıl ışıl parlayan demliklerin içi isliydi şimdi. Ama kimse görmüyordu veya göremiyordu. O zamanlar bize içimiz parlatmayı öğretiyorlardı. Yani insan olmayı…
“Briket duvarda gölgeler şekillenir, ahşap döşemeye serili kilimin üzerinde ya da yer minderinin rahatlığında oyunlar oynardık.” O zamanlar ne atari vardı ne bilgisayar. Yalnız başımıza değil başkalarıyla oynardık. Kızdığımız ve sevdiğimiz arkadaşlarımız olurdu. Canımız sıkılınca ‘klavyeyi tokatlamaz’ yerdeki ‘çalı’ya tekme atardık. O zaman yerlerde ‘çalı çırpı’ denilen şeyler olurdu. Onları toplar kuzinede yakardık. Sadece bedenimiz değil içimiz de ısınırdı. Şimdi yerlerde plastik kap artıkları var. Ve … ve işe yaramayan çevreyi kirleten ne kadar şey varsa onlar. Değil içimizi dışımızı bile ısıtmıyor onlar. Sadece ruhumuzu karartıyor.
Evet birbirine benzer evlerimizde eşyaların yerleri de aynıydı. İsa yar’ın yazısından bir bölümle yazımızı noktalayalım. “Ocaklığın üst kısmında bir çıkıntıda muhakkak içinde ‘vasatî’ kırk çöp olan birkaç kutu kibrit sıralanır, hemen yanı başında bir çiviye takılı yarım rükûda gaz lambası asılı olurdu.”
Kibrit kutusundan yazı çıkarmak… Nasıl olur? Demek böyle bir şey…
Not: Sayın İsa Yar’ın yazısını tamamını 2009 Lamure sonbahar sayısında ve ya www.isayar.net den okuyabilirsiniz.