Bu aralar; geniş bir bilgi yelpazemin olduğunu söyleyenler oluyor. Oysa kendimi aradığımdan başka bir bildiğim yok. Bunun ötesinde bir iddiam da yok!
Evet, kendimi bilme/tanıma, kendimi bulma konusunda bilgi ediniyorum. Aslında bu, biraz da Sokrates’in; “Kendini bil” felsefesi ile işaret ettiği etik/ahlakla alakalıdır. Zira kendini bilmek; bir nevi haddini de bilmektir. Haddini bilen başkalarının hududuna da tecavüz etmez. İşte, ben de bir nevi haddimi, hududumu bilmek için çabalıyorum ki; bilmeden, haddimi aşarak başkalarının hududuna girmeyeyim.
“Ben yine de nefsimi temize çıkarmıyorum (suçsuz olduğumu ileri sürmüyorum). Çünkü nefis (ego) şiddetle kötülüğü emreder. Ancak Rabbimin merhamet ettiği müstesnadır.12/53” Ve en büyük cihad olarak tanımlanan ‘Kendinle Mücadele’ de ancak kendini tanımakla mümkün olacaktır.
Tanımadığınla nasıl mücadele edebilirsin?
Unutmamam gereken ve o doğrultuda hayatıma yön vermem gereken: “En büyük düşmanın nefsindir.[Hadis]” gibi bir ikaz da var! Ötekiyle olan mücadele başka bir şeydir, onda yenilen var, aslında kurtulan değil. Sen, kendinle olan savaşta galip olduğunda muzaffer sayılırsın ancak… “Güneşe ve onun ışığına, ardından gelmekte olan Ay’a, onu ortaya koyan gündüze, onu bürüyen geceye, göğe ve onu yapana, yere ve onu yayana, kişiye ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene yemin olsun ki 91/1-8”: Bu böyledir. Ancak “Kendini arıtan kurtuluşa ermiştir. 91/9” Ve ancak kurtulanlar muzaffer sayılırlar.
Hepimizde başkalarıyla mücadele edecek güç var, eksiklerini göre bilme huyu da var. Peki ya kendimizle mücadele edecek güç ve eksiklerimizi görecek basiret! Her şeyi yutan o kara deliği tanımak, ona karşı durmak, güç getirmek, onunla başa çıkmak. Kimileri buna nefs-i emmare veya nefs-i nâtıka da diyebilir.
Aslında bunun başka bir nedeni de olabilir; bilgide haset etmeyişim ve cimri davranmayışım da olabilir. Çünkü ben, öğrendiklerimi paylaşmayı seviyorum ki bu, ayrıca inancımın da bir gereğidir. “Bile bile hakkı gizlemeyin 2/42; 3/187”, “Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır.[Hadis]” Ve ben, bu hükmün bağlayıcılığını, sadece şer’i ilimler konusunda değil, yayılmasına ve duyurulmasına insanların ihtiyaç duyduğu herhangi bir ilmi ve bilgiyi gizlemek olarak da algılıyorum. Bilgide cimrilik edenleri bir türlü anlayamıyorum zaten. Bilgiyi söyleyemeyecekseniz ne anlamı ve değeri olabilir ki?
Işık, tutulacak birileri varsa değerlidir, yoksa ne önemi olabilir ki ışığın. Gören varsa ‘ihtişam’ anlam ifade eder, yoksa muhteşem olmanın bir anlamı olabilir mi? “Kıyamet gününe ve nedamet çeken nefse yemin ederim 75/2” ki “Göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneş ve ay bir araya getirildiği zaman; o günde insan: “Kaçış nereye?” dehşetine kapılmamak ve sipersiz kalmamak için bu bataktan da kurtulmalıdır.
Tüm bunlar kendini bilmekle, farkında olabilmekle alakalıdır. Belki de herkese nasip olmaz bu. Berrak olmak gerek öncelikle. Bunun için de paslaşmış demirin kor ateşte durduğu gibi imtisal hararetine dayanmak gerek. Kimileri buna nefs-i levvame de diyebilir.
Sadece görmeye çalışın, sakın siz de yanılmayın; bazıları bakmadıkları halde görürken, kimisi de baktığı halde sadece istediklerini görür. O kadar uzakta da değilsiniz, içinizdesiniz. Yeter ki fark ediniz. Farkına varana ne mutlu!
“Gerçek şudur ki; gözler kör olmaz, ancak göğüslerdeki kalpler (yürekler) kör olur. 22/46” Göreceksiniz o kadar dert- tasa ve gel-gitler hepsi yok olmuş. İçinden çıkamadığınız tüm karışıklıkların bir bir netleştiğini göreceksiniz. Karışık olanın aslında siz olduğunu göreceksiniz. Kimileri buna nefs-i mülheme de diyebilir.
Ve artık korkunun yerini güven ve huzura, yalanın ve ihanetin yerini sadakate, isyanın yerini teslimiyete bıraktığını ve esaretin yerini ise gerçek özgürlüğün aldığının farkına varacak, onların sahtesi değil gerçekleriyle yüzleşeceksiniz. Hiç tatmadığın ve bitmesini arzulamayacağın bir haz ve huzuru bulduğunun farkına varacaksın; kendini bildiğinde, tanıdığında. Çünkü artık yalnız değil, kendinle olduğunun farkına varacaksın.
Kendi deniziniz size yetmiyor mu? Kendi denizinizin enginliklerine açılmak varken, başkalarının kıyılarında zaman harcamaya ve harap olmaya değer mi? Kendi balından habersiz başkalarının pekmezine göz dikmek akıl karı mı? Balının farkına varan onu tadarak sükuna kavuşur ve “Ey huzur içinde olan can! 89/27” nidasına mazhar olur. Ta ki; “Kendisi için istediği bir şeyi, mümin kardeşi için de istemedikçe, mümin sayılamaz” sırrının tadına varasın. Kimileri buna nefs-i mütmainne de diyebilir.
Bu engin ruh denizini, bu daracık nefsin ve bedeninde hapseden, bu çağlayanları taşıtmadan idare eden ve o fırtınaları dizginleyen gücü de tanımaya başlayacaksın o vakit. Tanıdıktan sonra da teslim olmayı tadacaksın. Onun için “Sanki” ve “Gibi” yok.
İşte o zaman yandığını hissetmeye başlayacak ve yakanın da söndürecek olanın da O olduğunu kavrayarak, yalvarışlardan ve yakarışlardan da haz almaya başlayacaksın. Şükretmenin ne olduğunu anlayacaksın, seni sana verdiği için şükredecek ve şükretmenin de bir değer olduğunun farkına varacaksın.
Artık gözlerin seni arar olur. Ama tüm bunları zorlamadan, dikkatli yapmalı, genişletmek isterken yırtmamalı. Artık kendini kendinden habersiz bırakmamaya özen gösterir, kendini gözetlemeye başlarsın. Kimileri bunamurakabe de diyebilir.
Ve artık kendinle irtibatlısındır. Ne ulvi bir kavuşma! Artık her şeyi başka görüyor, her şeye başka yaklaşıyor ve görüyorsun. Çalkantılı ve dev dalgalı denizin sakinleştiğini fark edecek ve artık olanlar ve verilenler karşısında “Doygunluğa ermiş ve razı olmaya” başlayacak, kinden, hasetten ve intikam duygusundan arınacaksın. Kimileri bunanefs-i radiye de diyebilir.
Ve artık bedenine dokunduğun gibi ruhuna da dokunduğunu hissedecek, bunu yapabildiğinin farkına varacaksın. İçiçe oldukları halde ruhunun bedeninden ne kadar uzak, sürgünde yaşadığının farkına da varacaksın. Uzaklığın ne olduğunu o zaman kavrayacaksın! İşte o zaman, yıllarca sürdürdüğün bu dargınlığın ne kadar anlamsız olduğunun farkına varacaksın.
Başkalarında değil de kendinde olabilmek! Başkalarıyla değil de, kendinle olmayı başarabilmek! Bunu düşünmek dahi çok tuhaf gelir insana. Düşüncesi bile böyle ise, ya bunu yaşamak!
Başarmak. Özlemek! Kendinizi hiç özlediniz mi? İstemek, arzulamak! Artık başka bir şeyden haz almamak, başkalarıyla olmayı istememek, kalabalıklardan kaçmak! Kendinle yalnız kalmak için, eskiden arzu ettiklerini yanında kalmaları için şimdi de gitmeleri için bahane aradığının ve senden “ Hoşnut kalındığının 89/28” farkına da varacaksın. Kimileri buna nefs-i mardiye de diyebilir.
Yalnız yüreğinde olanlar senindir. Nefret yerine O’na dayanmak, olması gerekeni yapmak. Ölmeden ölmek! Kendin ölmeden, ötekiye karşı olan davranışlarda ölü gibi olmak! Bilir misiniz, kişinin dört ölümü vardır; beyaz, siyah, kızıl ve yeşil ölüm. Bu ölümleri yaşamak gerekir; ölmeden ölmek için. Bunlar kısaca açlık, eziyete tahammül, nefse muhalefet ve yamalı elbise giymekle mümkün olabilir. İşte bundan sonra Basir (görücü) olan sıfata iman başlamış olacaktır.
İnanmak! İnanmak teslim olmanın yoludur, özgür olmanın yolu ise teslim olmaktır. Unutma! Hastalık bir nevi arınma veya terakki vesilesidir. Hatırla! Sana yapılanları, sana bahşedilenleri. En umutsuz zamanlarında yanında olan kimdi, sana dokunan, ellerinden tutan kimin eliydi? O’na emanet ol, O’na teslim ol, O’nu oku, O’nu duy ve O’nu dinle… Ben, “Onlar; başlarına bir musibet gelince, ‘Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz 2/160’ diyenlerden olmaya gayret etmeye çabalıyorum. O’nu dinle ve “De ki: ‘Ey haddi aşarak kendine karşı israf etmiş olan nefsim! Allah’ın rahmetinden ümidini kesme 39/53.’
Ve endişe, korku, güven ve reca makamlarında seyr û suluk eyleyenlerin kervanına yetişme gayretindeyim. Kimileri buna nefs-i kâmile de diyebilir.
(M. Burhan HEDBİ)