Geçtiğimiz hafta Diyarbakır’da üniversite açılış töreninde, salonda bulunanların saygı duruşunda, milli marşın okunmasında ayağa kalkmamaları tepki toplamıştı…Yer Diyarbakır, olay da şehitler anısına saygı duruşu, bağımsızlık marşı falan olunca, Kürt gençlerinin içinden bir grup sabote etti sanıldı. Ancak fotoğraflarda görüldü ki, hiç de öyle değil… Bu ne PKK eylemi, ne BDP… İçlerinde türbanlı genç kızlar da var, başı açıklar da, sakallı genci de, sarışını, renkli gözlüsü de… Üstelik öyle pek kollektif, örgütlü, planlı bir şey gibi de durmuyor.
Alt tarafı üç-beş genç çocuk, ‘diğerleriyle aynı şeyi’ yapmamak, ‘farklı’ , ‘cool’ görünmek istemiş, kendince bir ‘tepki’ koymuş… Herkes ayağa kalkarken oturacak kadar ‘aykırılar’ ama bir gazeteci fotoğraflarını çekmeye kalkınca, yüzlerini örtüyorlar. Babası görürse kemiklerini kırar, annesi telefonda başının etini yer…
“Vay saygısızlar” , “Atam, Atam! Kalk da cumhuriyeti emanet ettiğin gençlere bir bak hele!”
İstanbul’da, ne bileyim mesela Bahçeşehir’de, Boğaz’ı seyrede seyrede okuyacağına, çıkışta sevgilisini koluna takıp gönlünce gezeceğine, Diyarbakır’da canı burnunda en az dört senesini harcayacak çocuk. Bırakın da isyan etsin, bırakın da hıncını öyle çıkarsın. Ben olsam amuda bile kalkardım sırf kıllık olsun diye!
Üstelik, her törende, her etkinlikte neden milli marş okunur, neden bu dayatma yapılır? Milli marş, Sertaç Ortaç’ın “yaza damgasını vuran” şarkısı mıdır ki, her aklına estiğin yerde, olur olmaz çalarsın, söylersin? Ya da pek ala sen söylemek isteyebilirsin ama bir alay insanı kendinle birlikte neden mecbur tutarsın? Bunun bir kanunu, nizamı, kuralı yok mu? Var… Üstelik çok açık bir biçimde, milli marşların nerede söyleneceği, nerede söylenmeyeceği de yazıyor. Buna rağmen, kimse kimseyi “nereden çıktı şimdi marş okumak?” diye sorgulayamıyor, öylesine bir tabu, öylesine bir toplumsal linç silahı… Barda bile okuyan oldu, İstiklal Marşı’nı pavyon şarkısı haline getireni değil, tepki gösterip mekanı terk edeni eleştirdiler…
Aynı şey saygı duruşu için de geçerli. Hani, Kamyonetçiler Derneği toplantısından, okul müdürü konuşmasına kadar her yerde, “Ulu Önder Atatürk ve aziz şehitlerimiz için” yapılan ama nedense hiç bir zaman ‘bir dakika’ sürmeyen seremoni… Ayağa kalkıp, otuz-kırk saniye, kimi zaman düdük sesi eşliğinde, kimi zaman birbirinin gözünün içine bakıp ölü sessizliğinde dikilmekle, kime nasıl saygı sunuluyor?
En güzelini, yerel gazetecilik zamanımdan tanıdığım bir siyasetçi yapıyordu. ‘Saygı duruşu’ anons edildiğinde, millet “bir an önce bitsin de kurtulalım” diye heykel gibi dururken, onun dudakları kıpır kıpır, içinden dua ediyordu; Atatürk’e, şehitlere, gazilere… Artık kime istiyorsa; ruhuna fatiha… En azından, inancının samimi gereğini yerine getiriyor, oflaya-poflaya dikilmiyordu…
Tam bu olayın üzerine, aynı hafta BDP kongresi gerçekleştirildi…Salonda Atatürk posteri ilk defa yer almış. Ama bu defa, Apo posteri de varmış… Apo posterini öyle bir yerleştirmişler ki, Atatürk’ü kapatmış…
Başıma bir şey gelmeyecekse; BDP’li, AKP’li ya da bir başka partili… Kimsenin Atatürk’ü sevmek ya da bulunduğu yere onun resmini asmak, heykelini dikmek zorunda olduğuna inanmıyorum.
Bu, Atatürk’ü putlaştırmaktır… Atatürk’ün heykelinin dibine asla koklayamayacağı, göremeyeceği çiçekleri sunmak da, mezarı başındaki deftere “Ata’m, memleket çok kötü halde ama merak etme ben varım…” diye yazıp bir mevtaya rapor vermek de onu bir put haline getirmektir.
Atatürk’ün ölümüne yakın zamanda, saltanatını, rejimi ve tabii ki bundan faydalanmayı sürdürmek isteyen çevresince, açık konuşayım; neredeyse Kemalizm isimli bir din ortaya kondu; günahları-sevapları, kutsal metinleri-kutsal duaları, ritüelleri-ibadetleri ile birlikte… Bu dinin rahipleri, müritleri, kafirleri yaratıldı…
Bugün, Kemalizm denilen şey, budur. Maalesef bir felsefesi, düşünce temeli kalmamış, bunun üzerine gidilmemiş, şekillere, kurallara, teferruatlara indirgenmiştir. Atatürk’ün -söz gelimi- milli ekonomi politikası konusunda bir şey bilmeyebilirsin, yeter ki onun heykelinin dibine çelenk bırak, dönüşte de çakı bir selam ver; bu seni onun yolunda bir mürit haline getirir.
Her şeyi sembolizme indirgemek, seremonilerden, ritüellerden ibaret kılmak; düşünceyi yok eder. İnsanı robotlaştırır, mekanikleştirir… Oysa Atatürk rahipleri-rahibelerine sorarsanız; Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.” sözünü de size ezberden, bir solukta, bir amentü gibi okuyuvereceklerdir…