Gün/aydın dostlarım…
Özlemeyi biliyorsan tebessüm et. Beklemeyi biliyorsan sabret… Sevmeyi biliyorsan… Kollarını aç___________________ Sevgiye başlangıcım ben…
Bizi güne uyandıran Rabbime çok şükürler olsun…
Bu Cumartesi güne bir güzel deyimi başlık yaparak ve sizlerin de bildiği ya da bulabileceği bir hikâye ile başlıyorum söze. Bakalım nerede varacağız işin sonunda, içimizdeki öze…
Buna benzer çok kıssadan hisse çıkaracağımız hikâyelerimiz vardır tarihten günümüze uzanan…
KARARDI KÖZ, TÜKENDİ SÖZ
Yaşı benim gibi müsait olanlar hatırlarlar. Bir zamanlar kömür bir mangalın içine konulur ve evin bahçesinde yakılır, köz haline gelip duman çıkartmaz olunca da odaya götürülür ve bununla ısınmaya çalışılırdı. Bizim üstü kapaklı kenarlı bir bakır mangalımız vardı. Rahmeti anneannem kestane pişirir, darı patlatırdı ve kahvesini ateşin közünde pişirirdi. İşte benim kahve tiryakiliğim o günlere dayanır… Ne hoş kış geceleriydi o günler.
Hikâye bu ya; işte böyle bir kış mevsimi akşamı, bir aile dostlarını ziyarete gitmişler.
Fakat ziyareti uzatıp o kadar çok oturmuşlar ki, ev sahibinin uykusu gelmiş.
Zaten konuşacak bir şey de kalmamış.
Mangalı şöyle bir karıştıran ev sahibi bakmış ki, mangaldaki közler de tükenmiş.
Bunun üzerine samimi arkadaşına şaka yollu takılmış, ”Karardı köz, tükendi söz.” demiş.
Mesajı alan arkadaşı da hemen ayağa fırlayıp, ”Zaten biz de kalkmıştık.” deyip müsaade istemiş.
Daha sonraları bu hatıra anlatıla, dinlene ”Karardı köz, tükendi söz.” deyimi dillerde yer edip yatma zamanının geldiğini hatırlatmak için söylenir olmuş.
Bu deyim, daha çok yatma zamanının geldiğini hatırlatmak için, ”artık konuşulacak şeyler konuşuldu, zaman da tükendi.” anlamında kullanılır.
Varın siz anlayın gerisini. Konuşulacaklar bitti susma vakti… Zaten milletçe hep susuyoruz… Elektrik çarpıyor, su boğuyor, zam zam zam sonra gam, falan filan, neler olduğunu her insan görüyor duyuyor amma velakin gık yok, birbirimize söylesek de sadece o da ha duvara, ha bana misali…
Dedik ya bakan ama görmeyen gözlere sahibiz…
Evsiz insanlar var, insansız evler var. Baktığımız ama görmediğimiz, gördüğümüz ama fark etmediğimiz…
Evsiz insanlar…
Başlarını sokacak bir çatıdan yoksun, hayatlarını sokakta geçiren bu insanları çocukluk yıllarımızda yabancı filmlerde görürdük sadece. Şaşırırdık bir insanın böyle gökten inmişçesine hiç kimi kimsesi yokmuş gibi sokaklarda kalmasına. Öyle ya insanın bir ailesi olur, evi olur. Ne kadar vahim bir durumdu insanın böyle bir hayata mahkûm olması.
Ya İnsansız evler…
Ben merkezli ve tüketim odaklı hayatı dayatan zihniyetin önümüze koyduğu bir diğer husus bu… Aynı madalyonun diğer yüzü aslında… Çünkü ailenin hemen hemen tüm bireylerinin kreşti, okuldu, işti derken sabahtan ayrılıp dört bir yana dağıldığı evlerimiz var. Yoğun iş temposu yaşayanlar için sabah çıkıp akşam döndüğü evlerde muhabbeti beslemenin, ortak paydalarda buluşmanın, nitelikli vakit geçirip kaynaşmanın ve “biz” olmanın ne kadar zor olduğunu takdir edersiniz. Buna bir de reklamlar eliyle şekillenen tüketim alışkanlıklarını ekleyin.
Hayat bir ayna gibi değil mi!.. Herkes kendi aynasından bakıyor ama sadece kendini görüyor, başka hayatları görmüyor.
Yürüyüp gidiyor hayat denen yolda Allah’ın kulu, nefes nefese, adımları zorlanıyor, ayakları bedenini zor taşıyor, farkında değilmiş gibi sanki…
Sonra, sonra ne mi olacak?.. Sonra yürürken hayat yolunda yorulacak bir gün, yol kenarında beton zemine sıkıştırılmış, kıbleye doğru, ışığı görmek için eğilmiş bir çınar ağacı görüp, sırtını yaslayacak bir nefeslik.
Sonra başını kaldırıp ardından; hemen üzerindeki dalın yaprağına iki parmağıyla şöyle bir dokunacak, onun ibadetine katılmak ister gibi. Ve yaprağın üzerinde sabahtan kalma bir çiğ damlası kımıldayacak ve yere düşecek, Allah deyu…
Bir damla deyip geçmeyin ey Rabbin kulları. Rahmetin küçüğü olur mu?.. Olmaz!…
Allah dilerse, bir damla su ile bir tohumu çatlatır da, ondan koca bir ağaç çıkarır…
Hayat da böyle işte… Nice nimetler, rahmetler bizi bekler ki, biraz kımıldayalım, bir şeyler yapalım da bir çiğ tanesini harekete geçirelim… Yanıyoruz hep birlikte, eksiliyoruz gün geçtikçe… Doğum varsa bu dünyaya, Sura üfürüldüğünde, göçte var öbür Dünyaya.
Yıllarca inanmadan yaşamışsın, günahlara dalmışsın, dünya dolusu suç birikmiş defterinde. Sonra bir pişmanlık, bir tövbe, bir damla gözyaşı tümünü silip yok ediyor mu sanırsın…
“Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık.” (İsra Suresi, 13)
“Hayat bir sınavdır; ama diğer sınavlara pek de benzemez. Çünkü bazen yaptığın bir yanlış, tüm doğrularını götürebilir.” Demiş Tolstoy
“Mahşer günü bir terazi kurulacakmış. İnsanın yapıp ettikleri onunla tartılacakmış. İnanmadan ölenler ya da günahı olanlar cehenneme gideceklermiş… Yandı benim gibiler! Günahlarım diz boyu…”
O nedenle göçüp gitmeden bu dünyadan şöyle durup bir düşünmek gerekmiyor mu?
İnsanı da Allah yarattığına göre, sırf Allah’ın yarattığı bir ‘yaratılmış’ olarak onu sevecek miyiz, sevmeyecek miyiz?
Bence hemen Yunus Emre’nin şu sözünü hatırlayıp, yönümüz bu söze dönelim, kulak verip dinleyelim… ‘Yaratılanı severim, Yaradandan ötürü…’
Kim; Barış adına, Sevgi adına, İnsanlık adına yoklama alırsa, Ben; ‘Buradayım…’ Bugün ve bundan sonraki her gün, farkındalıkla dünyaya bakmanız dileğiyle…
Sevin, sevilin, hayat sevince güzel ve diyelim her bir cümleye; atalarımızdan emanet aldığımız bu ülkenin sahipleri yalnızca bu ülkeyi karşılıksız seve bilenlerdir… Her anını mutlu, umutlu, sağlıklı ve muhteşem ve içi sevgi dolu bir Cumartesi gününüz olsun diliyorum… Gönül soframdan gönül sofranıza muhabbet olsun, gecenizden doğan sabahınıza selam olsun… Hoş kalın, hoşça kalın, sevgiyle hep dostça kalın, Bir gün, bir yerlerde görüşmek ümidiyle…
#öskurşun