Afrika’nın ücra köşelerinde kalmış bir kabileden herhangi bir ilkel kabile üyesini ikna edip ülkemize getirsek ve O’na bu ülkenin %99 oranda Müslüman olduğunu söyleyerek İslamiyet’e davet etsek, ne cevap verirdi acaba?
Elbette evvela İslamiyet’in ne olduğunu anlatmak gerekirdi. Bunun için Kur’an-ı Kerim’e, Hadislere, Fıkıhlara ve Fetvalara ihtiyaç duyardık. Fakat acaba hangi Kur’an tefsirini kullanacağız diye düşünmeden edemezdik. Diyanet’in tefsirini bir sürü sözde alim beğenmez. Alimlerin tefsirine cemaat liderleri kulp takar. Cemaatlerin okuduğu tefsirlerde bir sürü tartışmalı meal bulunur. Kapımıza gelip Mushaf satanlara sorsak, en iyi mealin kendilerine ait olduğunu söylerler. Bu kadar tartışmalı, ötreli, herekeli, şeddeli tefsir-meal arasında, hangi Kur’an’ın tartışmasız olduğunu anlayabilseydik, kabile üyesi kardeşimize de anlatabilirdik.
Neyse ki Kuran-ı Kerim’in asla tahrif olmadığı konusunda hem fikir olduğumuzdan, meal-tefsir karmaşasını laf kalabalığına getirip hadislere geçerdik. E, bu seferde sahih mi, nakli mi, uydurma mı, sahabelerden şahit var mı yok mu diye uzun süreli bir münakaşa ederdik. Fakat neticede bir şekilde bundan da sıyrılmayı başarır ve kabile üyesi ‘dinsiz’ dostumuza, İslam davetimizi ederdik.
Arap dünyasından başlayarak ‘laik’ Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar sarf edilmiş ne kadar fetva varsa sıralamak aylar süreceğinden, Afrikalı dostumuzun aklını daha fazla karıştırmaz ve kitaptan, hadisten ve fetvalardan mütevellit inancımızın hakikate bürünmüş hali için, güzide ülkemize ve Arap dünyasına dalar giderdik.
Yolsuzlukta ( hak yemek ) dünya rekorlarını alt üst eden Türkiye ve tepeden tırnağa rüşvete bulaşmış bürokrasi konusunda sıkıntı çekerdik. Başbakanından alt düzey memuruna kadar sebepsiz zenginleşmiş, hanlar hamamlar edinmiş, ticaret kisvesi altında her tür yolsuzluğun en ala yöntemlerini keşfetmiş Türkiye’nin Müslüman halkını açıklığa kavuşturmak kolay olmazdı. Sabahtan akşama kadar çöpçatanlık programları yayınlayan TV’lerdeki en mahrem anları, insan fıtratının en kuytu yerlerini alenen gösteren programları ve bağlandığı TV programında yalvar yakar tencere tava dilenen insanları ifade etmekse ayrı bir sıkıntı olurdu. Elbette dini yayın yapmasıyla bilinen kanallardaki uyduruk molla hikayelerini, hırpani ve özensiz çekimli sahte dizileri, çarptırma ve uydurmalardan ibaret haberciliği, taraflı ve müfteri gazeteciliği de anlatmak için epey ter dökerdik.
Sadece son 10 yılda sırf ‘kadın’ olduğu için dövülen, hırpalanan, bıçaklanan, üzerine benzin dökülüp yakılan, burnu-kulağı kesilen, çocuk yaşta evlendirilen, aile kararıyla kafasına tek kurşun sıkılan ve ipe asılan kadınlarımızı nasıl anlatırdık, bilemiyorum. 50.000 kadının fuhuş yapmak için Valiliklerde kerhane vesikası sırası beklediği ülkemizde, başörtüsü takmadığı ya da geniş giyinmediği için tacize müstahak olduğunu dillendiren bir ilahiyatçının varlığını ilkel dostumuza anlatmak da epey güç olurdu.
Bir de cemaat sorunu yaşardık ki, sormayın gitsin. Hangi cemaat diğerinden daha kalabalık, eli kolu daha uzun, daha zengin ve yağlıysa, o cemaat üyelerinin rahatlıkla iş bulduğunu, sınavlardan elini kolunu sallaya sallaya geçtiğini, alınteri dökmüş binlerce memur adayının hakkına giren 5 vakit namazlı Müslümanların, halen pişkin pişkin gezdiklerini ve hemen hemen hiçbir hukuki sıkıntı yaşamadığını ve cemaat üyesi olmanın özgeçmiş evraklarında en muteber nitelik olduğunu anlatmak sıkıntılı olurdu. Bıyıkla, sakalla, üç vakit namaz, bir Cuma ve bir de kehribar tespihle, pekala Müslüman olunabildiğini de anlatır, bunun İslam’ın kolaylık dini olduğuna en güzel delalet olduğunu da sırıtarak anlatırdık.
Ülkemizden sıkılan ‘dinsiz’ kardeşimize ısrarla ve inatla İslamiyet’i anlatmaya ve davetimize devam ederken, biraz da diğer Müslüman çoğunluk ülkelere bakardık. Ve baktığımıza bakacağımıza pişman olurduk. Çölün ortasındaki toz toprak altında ABD postalının çiğnediği Irak seccadesi, Fransız mayının patlattığı Mısır hacısı, İngiliz parasının kullanıldığı Bahreyn’i, ağızlarında haşhaş çiğneye çiğneye gezen düşkün Arap halklarının sokaklarda ‘ Adalet, Eşitlik, Özgürlük!’ diye bağıran nidalarına kulaklarımızı iyice tıkar ve yüzümüzü tekrar Batı’ya dönerdik.
Dünyanın en güzel nehirlerine, tertemiz akarsularına ve dere yataklarına çöreklenmiş HES’leri gösterirken, diğer yandan kesip kesip attığımız ve yaktığımız Karadeniz ve Marmara ormanlarını, öldürdüğümüz binlerce kuşu, böceği, geyiği ve ayıyı anlatmak mümkün olmazdı. Kendisinden başka hiçbir canlıya yaşam hakkı vermeyen insanoğlunun, çöp arabalarında ezdiği sokak köpeklerini, tüylerini yaktığı kedileri ve trollerle avladığı binlerce balığı gören ‘dinsiz’ kardeşimiz, Müslüman ülkemizin bu vahşetine dehşetle bakardı.
Kimine göre 1000 kimine göre 5000 kişi öldürülmüş ve failleri meçhul diye devam ederdik. Kimine göre 30.000, kimine göre 50.000 kişi de, Türk-Kürt savaşında can vermiş derdik. 3000 kişi kitap yazmaktan, gazete basmaktan, makale yayınlamaktan ötürü zindanlarda ve bu yeni değil; bu ülkede düşünmek oldum olası tehlikeliydi diye anlatırdık. Ne kadar şair, yazar, müzisyenimiz varsa, bu Müslüman topraklarda değil, ‘gavur’ Fransa’da yaşadı ve can verdi diyerek de son noktayı koyardık.
Oruç tutmadığı için sopalanan öğrencilerle, örtündüğü için dışlanan talebelerin varlığı gibi, ezan sesinden rahatsız olanlar da var derdik. Her sene yüzbinlerce koyun-inek boğazlanırken bayram niyetine, yılın kalan zamanlarını bir lokma ekmek peşinde koşturan Müslümanlarımızı anlatırdık. Hac’da bile çeşit çeşit otel var; yıldızlısı, havuzlusu, Kâbe’ye yakın olanı, uzak olanı: Maşallah paran varsa 5 yıldızlı hacısın, yoksa bir pansiyonda kalır gelirsin derdik.
Faiz haram olunca, ‘kar payı’ nı icat ediverdik diyerek, İslam ekonomisini anlatırdık. Artık hiç biri bize ait olmayan yaklaşık 4000 tane işletme, fabrika, sahil, kıyı, maden, orman, dere, kurum ve kuruluşun, nasıl da ‘gavur’ Fransızların, İngilizlerin ve Almanların elinde olduğunu anlatırdık.
Herhalde ‘dinsiz’ kabile üyesi kardeşimiz İslam coğrafyasının şu haline baktığında, bizimle kaldığı süre içerisinde öğrendiği güzel bir deyimi sarf eder ve arkasına bakmadan kaçıp giderdi kabilesine.
‘Kâğıttan Müslümanlar…’
BİM Mağazalarını satın alan Bilal Erdoğan’a, ticaret hayatında daha nice başarılar dileriz. İkizdere Hidroelektrik Santrali’ni alan oğul Unakıtan için de, Allah yolunu açık etsin diyoruz. Medical Park hastanelerinde elde ettiği kar %12 civarında artmış olan Emine Erdoğan hanımefendiye daha nice karlı pazarlıklar dilerken, organik tarım işine soyunmuş olan ve Fransız Danone ile bir anonim şirketinin iştirakinde buluşmuş olan olan güzide başhanımımız Hayrunissa Gül hanımefendiye de, Allah işini gücünü denk getirsin diyoruz.
2000’lerde açıklanmış resmi mal varlığı ile 10 yıl sonra artık resmen açıklayamasa da ayyuka çıkmış rakamlardan anladığımız yaklaşık 350 katlık artışın müsebbibi başbakan Recep Tayyip Erdoğan için yüce Rabbimizden daha nice karlı gelirler, nemalar, akarlar ve kazançlar için el açıyoruz.
Cemaatler, gazeteler, televizyonlar, yazarlar, dersaneler, üniversiteler, Kombassan’lar, Jet Fadıllar, kayıp trilyonlar, Bosna Paraları, Deniz Fenerleri, ABD himayeleri derken devasa bir yapı halinde milyon dolarlık tezgahların, kiralık hakim-savcıların, öğretmenlerin, müdürlerin, valilerin ve amirlerin bu tertemiz Müslümanlıklarına şükürler ediyor, Allah’a hamd ediyor ve İslam dünyasının en güzel coğrafyası mübarek ülkemiz için Yaradan’a sonsuz şükürlerimizi sunuyoruz.
Sen bizi Afrikalı mazlum kardeşimiz gibi ‘dinsiz’likten koru Rabbim… Kağıttan da olsa Müslüman Müslüman’dır.
Eceli gelip yukarıda hesaba çekilen günahkar bir Müslüman’a ses gelir: ‘ Utanıyor musun?’ Müslüman ezile büzüle cevaplar: ‘Evet, utanıyorum.’ Ses devam eder: ‘Haydi dön git o zaman!’ Cehennem alevini bekleyen Müslüman şaşırıp sorar:’ Bu kadar mıydı, hani cehennem?’ Ses cevaplar. ‘ Bu kadar… Utanman varsa bu kadar…’
Bütün utanmazlara, yüzümüze baka baka yalan söyleyenlere, çarptıranlara, işine geldiği gibi anlatıp davrananlara hamdolsun… Çok şükür Müslümansınız.