Nereye gidersem gideyim, nerede olursam olayım, ne izlersem izleyeyim, açık ya da kapalı alan, zaman/ mekan/ dil/inanç/ ülke vesaire, hatta konuşulanları anlayıp anlamamam bir yana, insanlara bakarım önce. Kadın erkek bir aradalar mı o toplumda? Tek bir cins, tek bir görüş alana hakimse, işte o fena…
Hemen bu kalabalıklardan çözümlersiniz gittiğiniz ortamı/şehri/ülkeyi/mekanı.
Kimi yerlerde hiç görünmez kadın. Sokaklarda, alanlarda, mekanlarda. Sadece erkeklere rastlarsınız. Şanslıysanız belki bir elin parmakları kadar az bir kaç kadınla karşılaşırsınız. Kimi başı önüne eğik, tedirgin, pasif. Kadın olmak bir suç sanki.
Oysa kadın yoksa biliriz ki, toplumun yarısı görünmez olur.
Topluma organizmacı bakış açısıyla yaklaşanlardansanız, önünüzdeki topluma dikkat edin. Bu eksik bir toplumdur.
Kadın toplum dışına itilirken, erkekler eğlenir, erkekler güler, erkekler iş yapar, erkekler erkekçe(!) amiyane tabirle “geyik sohbeti” yapar, erkekler miting alanlarını doldurur ve tabii ki kendi adlarına da, kadınların adlarına da onlar karar verir. Erkek erkeğe yönetirler, erkek erkeğe eğlenirler, erkek erkeğe karar verir, öyle yaşar giderler. Çoğunlukla böyle toplumlarda maçoluk, şiddet, kabalık, dilde şiddet ve argo hakim hale gelir, toplumun geneline nüfuz eder, istenmeyen şeyler birden olağanlaşıverir.
Kendinize sorun lütfen. Peki bu toplumlarda kadınlar nerededir? “Kadın”, erkek için nedir? Ya da kadın için “erkek”? Biliyorum, ucu açık sorular bırakıyorum buraya..
Önce aynalara bakmak lazım, yansımamıza. Sonra dönüp, ister yaşadığımız yerlerde, ister televizyonda, ister gittiğimiz mekanlarda, sokaklara/ alanlara bakmamız lazım.Tabii bu defa farklı gözlerle. Ne görüp,ne yorumlayacağız acaba?
Daha dünlerde, çarşıya pazara çıkmasına dahi izin verilmeyen kadınlarımızı bilirim.
Kimisi inancı bahane eder, kimisi
(nedense kadındır namus) namusu,
kimisi“ kötü şeyleri görme ve alışma” der, “yoldan çıkma” Kimisi “tacize tecavüze uğrama.”
Sonra bir de “kötü yola düşer kadın sokakta” ki, haşa!
Aslında tacizin, tecavüzün (ister fiziki, ister sözle, ister bakışla olsun) failleri de belli. Her biri içimizde, belki bir baba, çocuk veya kardeş.. Bir arada yaşadığımız insanlar bunlar, uzaydan gelmediler ya? Tuhaf bir kısır döngüdür kadının, çocuğun hapsolduğu bu döngü. Nedense pekiştirilerek devam eder yıllarca.
Düşünmek, kendini anlamak ve yaşadığını anlamak boş zaman gerektirir. Kendinle olma zamanını. Belki de kimimize bu zaman hiç verilmedi. Önceleri kendisine ev/iş/bakım/çocuk gibi 7/24 mesai verilen kadına düşünmek için vakit bırakıldı mı acaba? Boş verin… Yerine düşünülür ve düşünenler de var nasıl olsa! Öyle mi?
Teknolojik gelişmelerle ortaya çıkan ve hayatlarımızda zaten az olan boş zaman dilimlerini de bilinçsiz gönüllülüklerimizle gasp eden televizyon, internet, alışveriş (ihtiyacın olmasa da tüket, çünkü sistem öyle istiyor) vesaire ile uyuşturulurken, düşünmeye zaman kalıyor mu sizce?
Maalesef ülkemizde bile kadınların dahil olamadığı mekanlar/ alanlar, yalnız yürüyemediği sokaklar mevcutken,
bulunduğu raftan hayatıma usulca kayıveren bir kitapla tanıştım;
Lauren Elkin’in Doğacan Dilcun Doğan çevirisi ile Nebula yayınlarından çıkmış “Flanöz, Şehirde Yürüyen Kadınlar Paris, Newyork, Tokyo, Venedik ve Londra”.
Dillerde/ kelimelerde cinsiyet vurgusu, eril/ dişil kelimeler halâ kabullenemediğim şeylerden, dilde bile olan bu ayrımcılığı anlayamıyorum. Yazar bu kitabında tam da buna dem vurur başlangıçta.
“Flaneur”, 19. Yüzyılın ilk yarısında Paris’te amaçsızca dolaşan kişi anlamında kullanılmış. Etrafta gezip şehri gözlemleyen, zamanı olan, yürüyen erkek. “Eril” sözcük, yani erkeğe özgü.
O halde gelin biz kadınlarda bunun karşılığı olan ”flanöz” kelimesine gidelim.
Şehirleri, sokakları gezerken flanöz, toplumsal olaylarda ve insanların davranışlarında da gezmektedir aslında.
Elkin; sokakların, şehirlerin sadece seslerini duymakla, duvarlarını/binalarını/alanlarını görmekle kalmaz.
Kaldırır kaldırım taşlarını ve altlarına bakar usulca.
Kadınlar yürümektedir tarih boyunca… Fransız devrimi, Paris’te çeşitli zamanlardaki gösteriler/ yürüyüşler, Newyork Occupy Hareketi ve daha niceleri.Barış yanlısı bir yazarın bakışı ile sadece kadın haklarına değil, insan haklarına yönelik, hak mücadelelerine dair kısa ve öz bir bakış da var bu kitapta.
Yürürken, tarihi bir yolculuğa çıkarır sizi yazar. Yetinmez tabii.. Gittiği şehirlerde iz bırakan eserleri ve yaratıcılarını da aktarır size.
Rebecca Solnit’in “Yürümenin Tarihi” kitabını merak edersiniz önce. Sonra sıraya dizilirler hep birlikte; Virginia Woolf, George Sand, Marie Baskirtsheff, Jane Jacobs, Jean Rhys, Joyce, Barthes, Walter Benjamin, Agnes Varda, Mavis Gallant ve daha fazlası.. Kitap ve film isimleri. Fotoğraflar da ekstra.
Bunların her biri kısa paragraf veya bölümlerle bir tat bırakır damağınızda. Artık önünüzde duran koca bir okyanus vardır. Açılmak ister misiniz?
Dün bir dost, babasının küçükken kendisine verdiği öğüdü aktarmıştı; “Gece yatarken, bugün ne yaptım diye düşün.”
Güzel bir nasihat.. Bugün ne yaptım?
Aynaya bakıp gün sonunda yüzleşmeli kendiyle kişi.
Sormalı kendine; Aynaya dürüstçe bakabiliyor muyum? Gerçekten kendimi, yaptıklarımı, ne yaşadığımı ve yaşattıklarımı görebiliyor muyum? Bu görüntüyü beğendim mi? Artılarım mı fazla bugün, eksilerim mi?
Belki bir muhasebecisiniz, belki de değil. Kendi muhasebenizle aranız nasıl peki?
Birey toplumu, toplum da bireyi dönüştürür. Yumurta tavuk misali. Birey değişir, yavaş da olsa sonrasında toplum değişir. Değişimin yönü bilinçli bireylerin elindedir.
Kadınların “manzara olarak görülmek yerine, manzarayı seyretmesi” ve o manzaraya korkusuzca bakması, anlaması, anlatması dileğiyle diyelim.
Sevdiklerinizle, sevenleriniz ve sevilenlerinizle birlikte huzurla geçireceğiniz mutlu bayramlar temennisiyle.
Güzel günlerde kalın.
Sevgi ve saygılarımla.