“Seni seviyorum” dedi kadın can-ı gönülden inanarak… Adam da “Seni seviyorum” dedi, belki bir şekilde inanarak… Kadın adama inanmak istiyordu ama bir taraftan da biliyordu ki, erkekler için ne kolaydır bu iki kelime adeta para gibidir, istediğini almak için cömertçe sarfedilebilen. Çok kolay çıkar ağızdan, çok kolay telaffuz edilir. Gönülden çıkması ise o kadar zordur. Kadın istiyordu ki kelimeler gönülden çıksın, gönlün en mahrem yerinden, kimseye açılmamış en güzel, en dokunulmamış yerinden. Adamın kelimeleri belki de tam da oradan geliyordu ama kadın bilmiyordu ve bilmek istiyordu. Yo hayır, emin olmak değil sadece bilmek. Adama sığındığında, ona yaslandığında, mutluluktan gözlerini yumduğunda hep bilmek istiyordu. Başka hiçbir şey değil, sadece bilmek ve hissetmek…
Adama yaslanmıştı, güven içindeydi, mutluydu. Gözlerini kapamış bu mutluluğu ve yakınlığı içine çekiyordu. Bu ruh hali adamın umurunda mıydı bilmiyordu, umurunda olup olmaması kendi umurunda mıydı, onu da bilmiyordu. Sadece mutluydu ve seviyordu ve seviliyordu.
Tam o sırada elinde kurcalamakta olduğu telefondan başını kaldırdı adam ve sen hiç aşık oldun mu diye sordu. Öyle sıradan, öyle basit, öyle düz… Ben hiç olmadım, olmak nasıl bir şey acaba diye bakan gözlerle… Kadın afalladı, sen diye sordu. Adam sorusuna soruyla karşılık verilmemesini istedi. Sonra olmadığını ima etti. Mutlu ve huzur içindeki kadını parçalara böldüğünün, ayırdığının farkına varmadan… Kadın uzaklaştı adamdan, adam telefonla oynamaya devam etti. Yarattığı etkiyi ya fark etmedi ya umursamadı.
Kadın bir süre sonra ben sana küstüm dedi, çünkü daha önce beni sevdiğini söylemiştin. Adam yine umarsız gözlerini kaldırdı, hı hı dedi, şimdi söylemedim çünkü aşktan da üstün. Kadın kendini soyutlanmış ve baştan savılmış hissetti. Aşktan da üstünmüş, pöh, sanki Türk filmi çeviriyoruz, Kurtuluş Savaşı yılları… Ben işgalci komutanın kızıyım, o da vatanı uğruna bana sırt çevirmek zorunda kalan gözü pek Türk subayı, diye düşündü.
Halbuki ne adam vatansever subaydı ne de kadın komutanın kızı…
Kadın istiyor ki, olur mu öyle tabii ki seni seviyorum desin, sarıp sarmalasın, gözlerine baksın, bir şekilde onu inandırsın.
Ama yok, adam telefonu bırakıyor, gitmesi gerektiğini söylüyor. Kadın afallıyor, nasıl ya böyle miydi, bu kadar mıydı? Az önce yatağında kollarındaydı mutluydu, sonra koltuktaydı güvenle sarılmıştı ona. Bu muydu yani, gönlünü almadan gitmesi mi gerekiyordu?
Kadın çok alınmıştı, adam ne oldu birdenbire diye sordu. Kadın daha önce bana, beni sevdiğini söylemiştin dedi. Elinden uçan balonu kaçmış çocuk gibiydi. Adam anlamadı, sıkıldı hatta. Gitmek için hamle yaptı, kadın yerinden kalkamadı, çünkü hala gelsin beni önemsediğini göstersinin peşindeydi.
Adam giderken gayet sıkılmış bir şekilde kadının sorularını duymadığını söyledi, sanki aşktan da üstün diye başından savan kendisi değilmiş gibi. Sonra kalktı gitti. Kadın öylece kaldı.
Adam akşam geleceğini söylemişti ama gelmeyeceğini kadın çok iyi biliyordu. Kendi kendine bir düş kurdu kadın. Dedi ki, beni üzmez o, mutlaka gelir hatta ellinde belki bir gül olur, belki bir sümbül, çiçeği uzatırken sarar onu, ben seni sevmez olur muyum, der. Kadın hemen kanatlanır uçar, her şeyi unutur.
Sonra, düşündü yapmaz dedi, her iddiasına girerim yapmaz. Aslında ne kötü bir duyguydu, yapmayacağını bilmek, gelmeyeceğini bilmek. Sonra düşündü kadın, neden dedi? Ben küçücük bir çiçeği bile hak etmiyor muyum, sevilmeyi hak etmiyor muyum, sevgiyle sarmalanmayı, kucaklanmayı, o sevgiye güvenmeyi?
Aslında sonuna kadar hak ettiğini de biliyordu. Zaten o yüzden yaralanmıştı ya, o ömrü boyunca sevgiyi aramıştı. Birçok hemcinsi gibi sevginin yerine başka başka şeyleri koymayı hiç düşünmemişti belki de akıl edememişti belki akıl etmişti de sevgiden daha değerli bir şey görememişti. Belki de boşa çırpınmıştı, sevgi denen o zümrüdü ankayı bulmak için. Belki de o yüzden masalları bu kadar çok seviyordu. Orada her şey vardı, sevgi, emek, bağlılık… Prensesini ne pahasına olursa olsun koruyan, kollayan bir prens…
İçini çekti sonra, o kadar çok sevgim vardı ki, bu sevgiyi nereye sığdıracağımı, kime vereceğimi şaşırıyorum diye düşündü. İnsanlardan ümidini kesmek istemiyordu ama biliyordu ki, her şey sevmekle bitiyordu. Bir adamı sevmeye çalışmaya gör, adam hemen kendini imha için geri sayım tuşuna basıyordu. 10,9,8… Sonra da kadınları anlayamadıklarından, kadınların ne istediğini bir türlü çözemediklerinden şikayet ediyorlardı, erkek erkeğe rakı sofralarında…
Bu kadar sevgiyle dolup taşması sanki bir lanetti kadın için, ağır bir yük. Sonra boşver dedi, illa ki birini, bir erkeği sevmek zorunda değildi ki, çiçekler açmıştı, bahar dalları gülümsüyordu, güneş çapkın çapkın bakıyordu. Doğa uyanmıştı, yeşilin her tonunu giyinmiş, muhteşem kokular saçmaya hazırlanıyordu.
Yine de, çok emin olduğu halde, ama yine de, bir parçası bekledi adamı, oysa adam onu aramadı.
Adam onu incitmeyeceğine yemin etmişti, verdiği sözleri mutlaka tutacağına, kırmızı çizgilerine saygı duyacağına. Adamın kırmızı çizgilerinin üstünde dans edeceğini hiç düşünmemişti kadın. Sonra adamı o çizgilerin üstünde dans ederken hayal etti, belli belirsiz gülümsedi.
Kadın önce üzüldü, sonra düşündü, kadersizliğiyle bir kez daha yüzleşti, hislerini kontrol etti, hayıflanmadı, ajite etmedi, kendini dağıtmadı sadece ama sadece hayal kırıklığını diğer hayal kırıklarının arasına gömdü ve yürümeye devam etti.