Gecenin en karanlık olduğu an, güneşin doğmasının da en yakın olduğu andır. Meyvenin en olgun olduğu an, aynı zamanda çürümeye en az zaman kalan andır. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bugün insanlığa baktığımızda depresyonun neredeyse zamanın hastalığı olduğunu görüyoruz. Depresyona girmek ve çıkmak, bazen çıkamayıp takılı kalmak, rutin işlerimizden biri gibi oldu. Bu ülkede en çok yazılan ilaçlar anti-depresanlar…
Ne oldu da böyle oldu? Bu sorunun cevabı, bu köşeye sığmayacak kadar uzun. İnsan olarak hayatın anlamını yanlış yerlerde aramaya ve bulamadıkça da yorulmaya ve içimize kapanmaya başladık diyerek kısaca söylesem, aslında çok şey söylemiş olurum.
Ayrıntılı açıklamaları sonraya bırakıyorum. Benim derdim şu ki çoğumuz zombi filmlerinin sokaklardaki ucuz versiyonlarını oynuyor gibiyiz. Yüzler düşmüş, gözler umutsuz, sesler kısık, adeta “ölmüşüz de ağlayanımız yok” hesabı…
Ama bu durum zannedildiği gibi kötü değil. Hani dedim ya en karanlık zaman aydınlığın de en yakın olduğu zamandır diye… Çalacak yanlış bir kapımız kalmadı artık anlam adına. Çalacak tek doğru kapı var artık. İşte bunun için tüm insanlık adına ümitliyim.
Akla sığındık önce… Zannettik ki akılla açıklanabilen bir dünya, aydınlık bir dünya olabilirdi.Aklın bulduğu herşeye yapıştık,mutlak aklın gösterdiği doğru diye düşündük. Aydınlanma çağı dedik adına ama bir türlü aydınlatamadı ne üretenlerini, ne ithal edenlerini. Her bir akıl yolcusu bir yerlerde yolunu kaybetti. Yanlızca aklın bize mutluluk noktasında bir şey veremeyeceğini anlamış olduk böylece…
Sonrasında egoizm dedik, kendi benimizi haytımızın merkezine yerleştirdik. Başladık etrafında dönmeye döndükçekçe yanlızlaştık. Yanlızlaştıkça mutsuz olduk…
Hazcılık dedik,canımızın istediğine yöneldik. Anı yaşamayı hazların ardından koşmayı,bir hazdan diğerine savrulmayı mutluluk sandık. Ölümden kaçtıkça hazda boğduk yüreğimizi.ölümü hatırlamamak için sistemler kurduk hazza dair olmadı, olamadı, olamazdı da…
Anarşist olduk bir süre,herşeyi reddettik.bizi mutsuz edenin kurallar olduğunu zannettik. Yeldeğirmenleriyle savaşan Don kişot misali hangi kural varsa karşısına koyduk kendimizi.
Daha pek çok şey denedik.teknolojiye sığındık, bilimden medet umduk… Yine olmadı, ruhumuzu hiçbir yerde dinlendiremedik. Aradıkça yorulduk. Yoruldukça kızdık, vazgeçtik, denemek bile istemedik. Sonrası da şimdi içinde olduğumuz durum…
Şimdi yüzümüzü fıtratımıza döndürmenin zamanı. Dünyadan kestiğimiz ümidi doğru yere yöneltmenin zamanı. Açılmayacak kapıların ardında çekilip sonuna kadar açık olan kapılara yönelmenin zamanı. Bakın işte o zaman depresyonda görevini tamamlamış olur.
İnancımız gereği iddia ederiz ki hiçbir şey boşu boşuna ve anlamsız değildir. Depresyon da öyle… Depresyon sıkıştığımızın, yanlış yerde olduğumuzun alarmıdır yalnızca. Bırakalım kendimizi uyutmayı ve uyuşturmayı…
Açılmayacak kapıların önünde ümitsizlik ve yorgunlukla tükenmeyi yüzümüzü ve gönlümüzü hayatın gerçek anlamını gösterebilecek olana çevirelim.
Hayatın değişmeyen anlamını, hayatı kim yaratmışsa ancak o verebilir. Benim nereden geldiğimi, nereye gittiğimi ve burada ne yapmam gerektiğini bana öğretebilecek olan tek otorite, hayatı bana verendir.
Diğerleri denediler, aradılar ama hala haber yok! Bulduklarının da ne kendilerine ne de bize,ne sana ne bana bir hayrı olmadı. O zaman iyi ki topluca depresyona girdik. Demek ki yolun sonu görünüyor. Tüm yanlış bağlarımız koparıldığında hem bireysel olarak hem de insanlık olarak depresyondan çıkıp doğru yere ümit bağlayacağız. Sonu güzel olanın her şeyi güzeldir vesselam…
“Hayatın değişmeyen anlamını, hayatı kim yaratmışsa ancak o verebilir. Benim nereden geldiğimi, nereye gittiğimi ve burada ne yapmam gerektiğini bana öğretebilecek olan tek otorite, hayatı bana verendir.”
Son derece yerinde bir tespit. Yaradılış teorisine inanan için, yarattığını başıboş bırakmadığına göre yaşadığı gezegende “yalnız” olmadığına da inanmışsa zikrettiğiniz olumsuzluklar oldukça azalır.
Sayın Nazlı ÖZBURUN Hanımefendi hoş gelmişsiniz.