İftar sofrasındayız… Kızım çok acıktığını tekrar tekrar söyleyip duruyor. Ezana çok az bir zaman kalmış olmasına rağmen, sofradaki yiyeceklere büyük bir iştahla ve aşkla bakıyor. Ve mutlu an: ezan okundu. Pastane pidesi diye tutturduğu bir parça pide ve bir kâse çorbayı “arkasından atlılar koştururcasına” yedikten sonra, biraz önce aşkla baktığı diğer yemeklere gözü kaydı.
Ve beklediğim o cümle geldi: “Anne karnım doydu ama diğer yemekleri de hâlâ yemek istiyorum!” Karnını ovalayarak biraz dolma, biraz da tatlı yemeye çalıştı, her seferinde zorlanarak. Bir süre sonra da daha fazla yiyemeyeceğini anlayınca, başladı sofradakilere dudak bükmeye…
Kızımın yaşadığı durum birçok iftar sofrasında hatta sair zamanlarda hepimizin yaşadığı bir durum aslında…
Kendi kendimizi sabote ediyoruz! Midemiz doyuyor, ama gözümüz (aslında kalp ve ruhumuz) asla doymuyor!
Peki, ruhumuzu gerçekte doyuracak olan şeyin bir tarifi var mı diye düşündüğümde, ruhu doyuracak olan tek şeyin gelen nimetin devamlılığı olduğunu fark ediyorum. Ruh ancak nimetin devamlı olup olmadığıyla ilgilenir. Nimetin ya da yemeğin az mı, çok mu olduğuyla değil.
Nimetin kimden geldiğini bilmek, vereni tanımak ve verenin sonsuzca vereceğine itimat etmek doyurabilir yalnızca ruhu.
Bir şeyin biteceğini biliyor olmak hüzün sebebidir. Ve bu nedenle bu dünyada tam anlamıyla huzur bulamıyoruz. Yaratıcımız ve dünyada bulunuş amacımızı idrak etmek de tam da bu nedenle çok önemli.
Çünkü biten her şey, bize “asıl olanın” burası olmadığını ve gerçek olanı ‘’ fani olmayanı’’ istememiz gerektiğini hatırlatıyor. Sonsuz bir zamanda, sonsuz kudrete sahip bir yaratıcının sonsuzca vereceğini bilmek, hüzün sonrası bir huzur verir.
Ya bu anlamı yakalayamamışsak ne olur? İşte o zaman devamlılığı burada sağlamak adına, büyük büyük sofralar kurarız kendimize, çeşit çeşit… Biraz ondan, biraz bundan yemeye çalışarak zavallı midelerimizi hasta ederiz.
Yemek saatlerini uzatır, yemek yemeyi bir şükür vesilesi olmaktan çıkarıp, bir keyif alma alanına döndürebiliriz.
Sonra ne mi olur? Sadece acı… Çünkü bütün tıp dünyası, bugün hastalıkların birçoğunun fazlaca yemekten ve karışık yemekten ileri geldiğini kabul etmiş durumda. Yani can boğazdan falan gelmiyor aslında… Can, mânâyı yakalamış ruhtan geliyor!
Devamlılık isteyen ruhumuz, devamlılığı bulamadığında acı çekmeye başlıyor. Midenin ihtiyaçlarıyla ruhun ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken boğuyoruz kendimizi. Bu sanki çocuğu devamlı ağlayan bir annenin, kendisi yemek yiyerek çocuğunun doymasını beklemesi gibi bir durum oluşturuyor.
Ruh beka istiyor, biz midemize yükleniyoruz. Doyuruyoruz, doyuruyoruz, ruhumuzun ağlaması bir türlü durmuyor! O zaman bu yanlış algıyı bir yerde değiştirmek lazım.
Bunun için başlangıç noktası da sanki oruç olarak belirlenmiş. Oruçlu olduğumuzda aslında ne kadar az şeyle doyabildiğimizi fark ediyoruz. Açlığımızın ve hiç doymayacakmış gibi hissetmemizin sebebinin yalnızca kendi korkularımız ve zanlarımız olduğunu fark ediyoruz.
Bu farkındalık sair aylara da yayılabilirse, belki de ruhumuzu dinlemeye daha fazla zaman ayırabileceğiz. Bütün günümüzü midemizin doyurulmasını planlayarak, onun vehmi ihtiyaçlarını karşılayabilmek adına, her şeyi unuturcasına çalışarak harcamayacağız ömrümüzü.
Kızıma söylediğim ve her daim kendi nefsime söylemeye niyet ettiğim, peygamberin öğrettikleriyle bitirmek istiyorum bu yazıyı. Bir kez daha hayran olarak kendisine “Tam doymadan sofradan kalkınız!” demişti bize, bizi sevdiğinden…
Hâlâ daha nimetleri güzel görüyorken, onları beğeniyor ve şükrediyorken, kalk sofradan! Tam doymadan kalk yani. Kendin için yap bunu, ruhun için… “Midenin bir kısmını hava, bir kısmını su, bir kısmını da yiyecekle doyur.” Ama ruhunu sadece memnuniyetle, şükürle…
Bir dahaki öğün geldiğinde yemek yemeyi özle, nimetle buluşabilmeyi özle. Ve karşılaştığın nimetler seni sevindirsin. Göreceksin ki daha fazla lezzet alacak ve daha fazla memnun olacaksın. Daha içten şükredeceksin işte o zaman. Daha fazla diğer insanlarla paylaşacaksın.Bileceksin sana daha azının da yetebileceğini. Daha anlamlı yaşayacak, daha bir insan olacaksın…